Bu yazıyı, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Newroz 2010 etkinlikleri kapsamında 18 Mart’ta gerçekleşecek “Türkiye’nin Açılım Deneyimi” adlı panelde yapacağım konuşmanın metni olarak yazıyorum. Umarım panel olumlu geçer ve zengin tartışmalara zemin hazırlar.
Bilindiği gibi, Türkiye yaz aylarında başlayan ve “KCK operasyonları” adı altında gerçekleştirilen kitlesel tutuklamalarla fiili olarak sona eren bir “açılım” deneyimi yaşadı.
Ben esas olarak bu süreçte, özellikle ana-akım medyada etkili olan liberal aydınların veya genel olarak Türkiyeli aydınların tutumu üzerinde durmak istiyorum. Birazdan temel özelliklerini ana hatlarıyla özetleyeme çalışacağım bu tutum, ülkemizde Kürt sorununun çözüme ve kalıcı bir barışın tesis edilmesine katkıda bulunan bir tutum muydu? Aydınların önemli bir rol oynayabileceği bir barış hareketinin oluşmasının koşulları açısından baktığımızda, ne yazık ki bunun yapıcı bir tutum olmadığını söylemek zorundayız.
Öncelikle “liberal” olarak kategorize edilen ana-akım medyada yazıp çizenlerin “açılım” sürecindeki tutumlarını gözden geçirelim. Ben bunu çok genel olarak devlet-merkezli bir tutum olarak nitelendiriyorum. Bu anlayışa göre, ikna edilmesi veya işi kolaylaştırılması gereken asıl aktör, “açılım” adına olumlu adımlar atmaya başlayan devlet içindeki değişim yanlısı bazı güç odakları ve AKP Hükümeti’dir. Çatışmanın diğer tarafında yer alan Kürt Hareketi ise devletin içindeki bu odakların durumunu zorlaştırmaktan kaçınan adımlar atmalıdır. Böylece, toplum da ikna edilebilecek ve barış için kalıcı adımlar atılabilecektir.
“Açılım” sürecinde liberal aydınlar tarafından Kürt Hareketi’ne dönük son derece sert, hatta zaman zaman insafsız diyebileceğimiz boyutlarda eleştiriler yapıldığına tanık olduk. Örneğin, PKK’nin Tokat-Reşadiye eyleminden sonra, PKK “barış istemeyen taraf” ilan edildi. Savaştan beslendiği için uzun süredir devleti yöneten askeri-sivil bürokrasiden gerçekte bir farkı olmadığı söylendi. Kürt Hareketi etrafında bir efsane örüldü. Zaman zaman Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) ile bağlantısı olduğu iddia edildi; böylece, devlet içindeki liberal güçlerin ve AKP’nin işini zorlaştırdığı düşünüldüğü oranda bir tür karalama kampanasının hedefi haline getirildi. DTP içinde “güvercinler ve “şahinler” ayrımı yapıldı ve barışın gelmesi için “şahinler” kamuoyunda tecrit edilmeye çalışıldı. Neden muhatap olarak sürekli Öcalan ve Kandil’in adres gösterildiği sorgulandı. PKK’nin silahları bırakarak kendini fesih etmesi ve sahneden çekilmesi önerildi. DTP üzerindeki “baskısı”na son vermesi, böylece sivil Kürtlerin “rahatça” siyaset yapabilmesine imkan tanıması talep edildi.
Ben bu eleştirilerin, yukarıda tarif etmeye çalıştığım anlayıştan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu anlayışın, Kürt sorunu gibi devletin 80 yıllık politikalarından kaynaklanan çok kapsamlı toplumsal sorunlarla baş edebileceği kanaatinde değilim. Nedeni ise aslında gayet basit: Söz konusu eleştiriler âdeta şunu demeye getiriyor: “Biz politik bir aktör olarak bu Kürt Hareketi’ni beğenmiyoruz, bunu fesih edelim, kendimize yeni, bizim için daha uygun bir Kürt Hareketi oluşturalım.” Şöyle de ifade edebiliriz: “Bize başka türlü bir Kürt Hareketi lazım, bununla olmuyor.”
Neyse ki DTP kapatıldığı ve devletin ne kadar büyük yaptırımlar uygulamaya kadir olduğunu görüldüğü için olsa gerek, bu fazlasıyla sert eleştiriler son buldu. Gerçi “şahinler”in, âdeta partinin kapatılmasını istedikleri, böylece şiddetten “rant” sağlayan bu kesimin iktidarını sürdürebileceği filan da söylendi. Ama artık zırvalama noktasına gelen bu tür spekülasyonları bir tarafa bırakıyorum.
Maalesef kendi kurguladığımız sanal bir dünyayı gerçekliğin yerine geçirme gücümüz yok. Öyleyse ülkemizde gerçek bir barış hareketi oluşturmak istiyorsak, biraz gerçekçi olmakta fayda var.
Çok çıplak bir gerçeklikle karşı karşıyayız. İster sert biçimde eleştirilsin, istersen göklere çıkarılsın karşımızda olumlu ve olumsuz yönleriyle bir Kürt Hareketi var. Elbette bu, Kürt Hareketi’ni eleştirmenin anlamsız bir çaba olduğu anlamına gelmiyor. Hatta Kürt Hareketi’nin zaaflarını analiz etmenin, yaşananlara ilişkin anlayışımızı geliştireceğini düşünüyorum. Fakat sorun burada değil. Sorun, Türkiyeli aydınların güçlerinin neyi değiştirmeye yeteceğinde.
Bu soruyu Kürt Hareketi açısından sorarsak, liberal-demokrat aydınların Kürt Hareketi’ni istedikleri yönde değiştirmek gibi bir imkanlarının olmadığı açık. Özellikle toplumsal bir tabana dayanan özgürlük/ kurtuluş hareketleri karmaşık bir yapıya sahip oluyorlar ve çok sayıda faktör izledikleri evrim çizgisi üzerinde etkili oluyor.
Ama Türkiyeli aydınlar Kürt sorunu konusunda devlet üzerinde baskı oluşturabilirler; barışçıl bir ortam
yaratılmasıyla karşılaştırıldığında, devlet açısından barış yapmamanın maliyetini yükseltebilirler. Kürt sorununun çözümüne 25 yıldır direnilmesinin getirdiği ağır insani ve ekonomik maliyeti toplumun gündemine taşıyabilirler. İşte bu, Türkiyeli aydınların güçlerinin yeteceği bir konudur.
Türkiyeli aydınlar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yurttaşları olarak devleti, altına imza attığı uluslararası sözleşmelerin gereklerini yerine getirmeye çağırabilirler. Zaten bugün geldiği aşamada Kürt sorunu esas itibarıyla bir insan hakları sorunudur ve Kürtlerin ana dilde eğitim, özgürce siyaset yapma, uğradıkları ağır mağduriyetlerin giderilmesi, bir hakikat ve uzlaşma komisyonu kurularak insanlık suçlarının faillerinin ortaya çıkarılması, genel af ilan edilmesi vs. önlemlerle çözülebilecek bir duruma gelmiştir. Sorunun çözümü, Kürt Hareketi’nin şu ya da bu yönde bir politika izlemediği için eleştirilmesinden değil, Kürt halkının temel insan haklarının tanınmasından geçmektedir.
Aydınların önemli bir rol üstleneceği bir barış hareketi oluşacaksa, her şeyden önce daha az siyaset yapmaya ve evrensel insan haklarının daha fazla gündeme taşınmasına ihtiyaç var. Somut bir örnek vermek gerekirse, İstanbul’da yapılan molotof kokteyli bir eylem sonucunda genç bir kızın yaşamını yitirmesi, TMK mağduru çocukların durumunu sınırlı da olsa iyileştirmeye dönük bir yasa tasarısının geri çekilmesinin gerekçesi olamaz. Devlet, herhangi bir siyasi örgüt değildir ve misilleme yapmak suretiyle, bizatihi kendisinin yol açtığı hak mağduriyetlerinin devam etmesini sağlayamaz.
Fakat elbette devletler, insanlar gibi ahlaki aktörler değildir. Ahlaki normlara uygun olarak hareket etmeleri beklenemez. Ancak toplumlar, devletleri evrensel insan haklarına saygılı olmaya ve gereklerini yerine getirmeye zorlayabilir. Öyleyse kalıcı bir barışın gerçekleşebilmesi için ikna edilmesi gereken devlet değil, toplumdur. Ülkemizde yaşadığımız son açılım deneyimi de barışçıl adımların atılması konusunda Kürtlerden çok Türk toplumunun ikna edilmeye ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye’nin batısındaki geniş toplum kesimleri 25 yıldır sistematik olarak işletilen bir propagandanın etkisi altındadır. Örneğin ana dilde eğitimin, ülkenin bölünmesine yol açacağını düşünen, daha doğrusu böyle düşünmesi sağlanan, ırkçı ve şoven bir propagandanın etkisi altında refleksler geliştiren geniş toplumsal kesimlerin olduğunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, barışa katkı sunma çabasındaki aydınlar ikna çabalarının merkezine devleti değil, toplumu koymalıdır; özellikle topluma seslenmelidir. Devlet-merkezli değil, toplum-merkezli bir tutum geliştirmelidir.
Son bir noktaya daha değinmek istiyorum. “Açılım” sürecinde liberal aydınların çoğu kez PKK ile devleti eşit güçlermiş gibi ele aldıklarına tanık olduk. Kürt sorunu gibi ağır toplumsal sorunların ortaya çıkardığı muhalif de hareketler zaman zaman “kötülükler” yapabilir. Yukarıda sözünü ettiğim eylem, böyle bir amaç güdülmüş olmasa da, sonuçta bir insanın hayatına mal olmuştur. Bununla birlikte, muhalif örgütlerin “kötülük” yapma kapasitesiyle devletinkini bir tutmak gerçekten şaşkınlık verici bir tutumdur.
Türkiye’de devlet Kürt Hareketi’ni tasfiye edebilmek için sadece gerillaları değil, bu hareketi destekleyen sivil halkı da hedef almaktadır. Örneğin “açılım” sürecinde Kürt Hareketi’nin siyasi bir aktör olarak öne çıkmasını engellemek ya da onu tecrit edebilmek için hareketi destekleyen sivil halk üzerinde çok kapsamlı baskılar uygulamaktadır. Binlerce çocuğu hapse atabilmekte, onları yaşlarından büyük hapis cezalarına çaptırabilmekte, yine yaklaşık 1.500 Kürt siyasetçi ve aktivisti tutuklayabilmekte, çok sayıda insana işkence yapabilmektedir. Ölümcül hastalıklara yakalanmış mahkûmları tedavi etmemeye, salıvermemeye, hâlâ faili meçhul cinayetler işlemeye, çok kısa sürede çok kapsamlı askeri operasyonlar düzenlemeye gücü yetmektedir.
Bu noktada, “insan hakkı insan hakkıdır, bir kişinin insan haklarının ihlal edilmesiyle binlerce kişinin haklarının çiğnenmesi arasında ilkesel olarak bir fark yoktur” denebilir. Ama yol açtığı sonuçlar göz önüne alındığında ve insanlığın temel bir kuralı olan “zaranın mümkün olduğunca aza indirilmesi” ilkesi benimsendiğinde, sınırlanması ve üzerinde baskı oluşturulması gereken asıl gücün, devlet aygıtları olduğunu görmek zor değildir.
Ayrıca, sorunun bir de şöyle bir boyutu olduğunu unutmamalıyız: Kürt Hareketi’nin çok ağır suçlamalarla öncelikle hedef tahtasına konması, nesnel olarak devletin bu hareketi tecrit etme politikasını besleyen bir işlev görmektedir. Devlet kaynaklı tecrit etme çabaları ise, az önce değindiğim gibi, kendini savunma imkanından yoksun olan sivil halka yönelik ağır baskılar olarak somutlaşmaktadır. Geniş tabanlı özgürlük hareketleri söz konusu olduğunda, çatışma farz edildiği gibi hareket ile devlet arasında bir mücadelenin boyutlarını çok aşmakta, hareketlerin zayıflatılması için sivil halk kesimleri hedef alınmaktadır. Dolayısıyla zaman zaman devletin söylemiyle örtüşen bir söylem geliştirmek ve PKK’yi “savaş yanlısı, şiddetten beslenen bir örgüt” gibi göstermek, barışın gelebilmesi için “teröristlerin etkisiz hale getirilmesinin kaçınılmaz olduğunu” dillendiren devletin politikasıyla çakışmakta ve doğrudan sivil halkı hedef alan operasyonların meşrulaştırılmasına katkıda bulunmaktadır. İnsan hakları açısından baktığımızda bu türden söylemler üretmenin ağır bir vebali olduğu ortadadır. Elbette kendisini özgürlük hareketi olarak gösteren, gerçekte ise yozlaşan, süreç içinde savaş ağalarının eline geçen ve şiddetten beslenen örgütler vardır. Fakat ülkemizdeki Kürt Hareketi’nin böyle bir yapıya sahip olduğunu iddia edebilmek için elimizde gerçekten güçlü kanıtlar olmalıdır. Bu noktada kanıt getirme yükümlülüğü ise, öncelikle “açılım” sürecinin başarısız kalmasından Kürt Hareketi’ni devlet ve AKP Hükümeti’yle eş düzeyde sorumlu tutan aydınların üzerindedir.