Komşuları tökezleyip bocalarken, İslami demokrasi için bir rol model olan Türkiye kendine aşırı güvenin kurbanı olabilir.

Türklerin görmekte oldukları şey, Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden doğuşu mu; yoksa Türkler Avrupa’daki ekonomik kaosun ve Ortadoğu’daki politik kargaşanın sıradaki kurbanı mı olacaklar? Komşuları bir çöküş ya da felaket yaşarken, Türkiye kendisine parlak bir başarı kazandıran son 10 yılın yarattığı aşırı güvenin bedelini ödemek üzere mi?

Canlı ve kaygısız bir ruh hali hâkim. Türkiye yakın geçmişte son derece gerçek başarılar yakaladı. Kuruluşundan bu yana açık veya örtük askeri vesayete tabi olan bir ülkede nihayet demokratik seçimlerle işbaşına gelen bir hükümet dizginleri eline aldı. Türkiye ekonomisi görkemli bir yükseliş gösterdi ve dünyanın 15. en büyük ekonomisi haline geldi. “Arap Baharı”nın yaşandığı ülkeler için rol model olması gereken ılımlı bir İslami devlet olarak dünya çapında övgüye mazhar oldu.

Türkiye’nin iyimserliğinin, bir zamanlar İrlanda ve Yunanistan’ın kendilerine dönük algılarıyla meşum paralellikler arz ettiği söylenebilir. Tıpkı Türkiye gibi, bu iki ülkenin de yoksulluğun ve yurtdışına göç etmenin damgasını vurduğu bir tarihleri oldu. Bu da İrlanda ve Yunanistan’ı psikolojik olarak, bu kadar uzun süre ve haksız biçimde kendilerinden esirgenen refaha sonunda ulaştıkları şeklinde yanıltıcı bir düşünceye açık hale getirdi. Hızlı ekonomik büyümelerine duydukları aşırı güven, felaketle sonuçlanan ekonomik balonlar üretti.

Türkiye de benzer biçimde yakın geçmişindeki başarısına ilişkin efsaneler yüzünden yıkıma uğrayacak mı? Ülkedeki bazı uzmanlar bundan korkuyorlar. Globalsource’un bir bileşeni olan İstanbul Analytics’te görevli ekonomi danışmanı Atilla Yeşilada şunları söylüyor: “Sanki bütün toplum hiptonize olmuş ve Türkiye’nin eşi benzeri olmadığına, başarılı ekonomik modelini kendisinin yarattığına inanacak şekilde uyuşturulmuş gibi.” Yeşilada, Türkiye’nin yıkıcı bir kredi kriziyle karşılaşmak üzere olduğunu düşünüyor: “Zarar görmeyeceğimize dair inancımız, sonunda yaşayacağımız çöküntünün iyice kötü olması anlamına geliyor.”

Keza dış politikada da Türkiye yükselişi ve işlerin tersine dönüşünü görüyor olabilir. Bundan 20 sene önce, Türkiye kendisine hasım devletlerle kuşatılmıştı; fakat 2009’dan itibaren bu ülkeler büyük ölçüde Türkiye’nin dostu haline geldiler. Türkiye, Irak, Suriye ve Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde önemli bir nüfuza sahip olmaya başladı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın yakın bir müttefiki oldu ve Libya lideri Muammer Kaddafi’yle dostane ilişkiler kurdu. Bu ilişkileri, ticaretin gelişmesi izledi. Iraklı bir dostum geçen yıl, “Bağdat ve Basra’daki çöpleri bile Türk şirketleri topluyor” demişti.

“Arap Baharı” protestocularının talep ettiği türden ılımlı İslami demokrasi, Türkiye’nin halihazırda hayata geçirdiği sisteme çok benziyormuş gibi görünüyordu. Türk Başbakanı R. Tayyip Erdoğan, çok sayıda Türkü şaşırtıp –Mısırlı İslamcıları da hayal kırıklığına uğrattığı– konuşmasında kendisi gibi dindar Müslümanlar için bile laik bir devletin faziletlerini överken Mısır’da büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.

Bay Erdoğan’ın hükümeti, kazananlara oynamayı seviyor. Türkiye, her ne kadar sinik bir şekilde olsa da, ustaca bir manevrayla Kaddafi ile ilişkilerine son verdi ve isyancıların davasını benimsedi. Kısa süre sonra Türk hastane gemileri Misrata’da kuşatılmış olan Libyalı isyancıları kurtarmaya gönderildi ve Türkiye’de bankalarda bulunan Libya devletinin parası Bingazi’deki isyancı hükümete aktarıldı.

Suriye bahsinde ise Türkiye pek başarılı olamadı. İstanbul’daki Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Soli Özel dosdoğru “Türkiye’nin Suriye politikası tam bir başarısızlıktır” diyor. Özel, Türkiye’nin sonunda Şam üzerinde hiçbir baskı oluşturamayacak duruma geldiğini ve taviz vermeye niyetliymiş gibi davranan Suriye hükümeti tarafından yanıltılması üzerine aşırı derecede saldırgan bir tutum benimsediğini söylüyor. “Rejimle saygın bir diyalog içinde olmamanız sizi dezavantajlı bir konuma getiriyor” diyor.

Ekonomik ilişkilere gelince, aşırı güven ciddi hatalara yol açtı. İlk başta Türkiye, bir yanılgı içine girerek, Şam’da Başkan Esad’ın önemli reformlar uygulamasını, iktidarı muhaliflerle paylaşmasını ve hatta iktidarı bırakmasını sağlayacak bir nüfuza sahip olduğu hayalini kurdu. Daha sonra, Suriye liderliğinin böyle bir şey yapmaya niyetinin olmadığı, suyu bulandırmak ve Türkiye’yi oyalamakla meşgul olduğu anlaşıldı.

Irak’ta ise Türkiye kayda değer, fakat yine de sınırlı bir varlığa sahip. Bugünlerde Ankara’dan fazla Şam’dan çekinen Iraklı Kürt liderlerle, geçmişteki husumetleri düşünüldüğünde oldukça dikkat çekici derecede iyi ilişkiler içinde. Ancak Irak’a bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye çok fazla diplomatik enerji harcamasına karşın fazla bir kazanç elde edemedi. Asıl başarısı ticarette oldu: Almanya’dan sonra Irak Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı.  

Türkiye, parlamento seçimleri sırasında Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin partisine karşı muhalefet partisinin oluşturulmasına yardım etti. Gayet doğal olarak Maliki bu durumdan hiç hoşnut olmadı ve iç işlerine karıştığı için Türkiye’yi eleştirdi. Geçen sene üst düzey bir Iraklı görevli bana şöyle demişti: “Bütün çabaları karşılığında Türkiye’nin Irak’ta kazandığı nedir? Az sayıda politikacıyı kendi tarafına çekti, ama bunun dışında hiçbir şeyi yok.”

Haberlerin hepsi kötü değil. Türkiye gerçekten bölgesel bir güç haline geldi. Kendi gücü hakkında abartılı bir algısı olsa da, bir zamanlar belirli bir gücü olan devletler –Mısır, Suriye, Irak ve hata Libya– bugün bölünmüş ve istikrarsız durumdalar. İran eskiden olduğu kadar güçlü değil ve Yunanistan’ın da toparlanması yıllar alacak. Türkiye aynı zamanda güvenilir bir müttefik olarak kendisine ihtiyaç duyan ABD’yle iyi ilişkilerinin de faydasını görüyor.

Türkiye, tam da halen dünyadaki birkaç başarı hikâyesinden biri olarak göklere çıkartıldığı bir sırada yükselen bir güç olmak için treni kaçırmış olabilir mi? Avrupa Birliği’ne (AB) girme beklentisi, Türkiye’de reformlara hız kazandırmış, böylece askeriyenin hâkim konumunu sona erdirmişti. AB ile yürütülen müzakereler yatırımcılara güven vermiş ve Türkiye’nin liberal bir demokrasiye doğru ilerlemekte olduğunu vurgulamıştı. AB ile müzakerelerin hiçbir sonuç üretmeden başarısızlığa uğraması, yasal alandaki reformların, güvenlik devletinin ortadan kaldırılmasının, Kürt isyanının çözüme kavuşturulması arayışının ve Kıbrıs konusunda bir anlaşmaya varma çabasının altını oydu.

AB’nin Türkiye’yle ilişkileri can alıcı önemini koruyor. AB, Türkiye’nin açık arayla en büyük ticaret ortağı ve yabancı yatırımların da başlıca kaynağı. Türkiye’nin Ortadoğu’daki seçenekleri aldatıcı şekilde cezp edici olabilir, ama böyle olması mutlaka çok önemli kazançlar elde edeceği anlamına gelmiyor.

Türkiye halen bir özgüven duygusu içinde, fakat istikrarsız bir bölgenin tam ortasında yer alıyor. Bay Yeşilada ekonomiden bahsederken “’Türk mucizesi’nin, ‘Türk hayal kırıklığı’na dönüştüğünü görebiliriz” diyor. Bu, pekâlâ Türkiye’nin daha genel anlamda geleceği açısından da doğru olabilir.   
 

* Kaynak: http://www.independent.co.uk, 22.01.2012.

Patrick Cockburn 1979’dan bu yana Financial Times’ın Ortadoğu muhabirliğini yapan İrlandalı bir gazetecidir. Halen aynı görevi The Independent gazetesinde yürütüyor. Cockburn, Irak konusunda en deneyimli yorumculardan birisidir ve bu ülkenin yakın tarihi üzerine dört kitap yazmıştır. 2005’de Martha Gellhorn Ödülü’nü, 2006’da James Cameron Ödülü’nü ve 2009’da da gazetecilik konusunda Orwell Ödülü’nü kazandı.