AKP hükümeti iktidara geldiği 2002’den bu yana Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme oranları ile övünüyor ve 2023 yılında dünyanın en büyük on ekonomisi içine girme hedefini önümüze koyuyor. Gerçekten de Ekonomi Bakanlığı’nın resmi verilerine göre 2003-2013 yılları arasında ortalama büyüme %5 olarak gerçekleşmiş.
Şehirlerimizin siluetini radikal biçimde değiştiren plazalar ve rezidanslar, otoyollar, AVM’ler, lüks araçlar büyüyen pastadan orta ve üst sınıfların daha fazla pay almaları sayesinde müşterilerini arttırıyor ve sanal bir refah tablosu ortaya çıkarıyor.
Soma’da yaşananlar bu “ekonomi mucizesinin” öteki yüzünü gözler önüne serdi. Yüksek büyüme rakamları insan ve doğa sömürüsünün Cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyutlarda artması pahasına gerçekleşiyor.
Soma’da yaşanan toplu iş katliamı aslında Türkiye’nin ekonomik büyüme mucizesinin bağımlı olduğu kuralların bir özeti. Şimdi bu kuralları sıralayalım:
Dünyada birim enerji başına sera gazı salımı en yüksek yakıt olan kömüre karşı ciddi bir muhalefet var. Kömür kullanımının giderek azaltılması ya da dönüştürülerek kullanılması üzerine araştırmalar yapılıyor. Türkiye’de ise zaten uzun yıllardır işletildiği için giderek daha derinlerde ve çok daha zor koşullarda elde edilebilecek kömürün daha ucuza çıkartılabilmesi için çaba sarf ediliyor. Öyleyse Türkiye ekonomisinin “büyüme mucizesinin” birinci kuralını şöyle yazabiliriz:
KURAL 1: Verimi giderek azaldığı için veya çevresel sakıncaları nedeniyle kıyıda köşede bırakılmış doğal kaynakları ekonomiye dahil et.
Bunun için kamu sektörünün işlettiği madenler “rödovans” denilen bir kiralama sistemi ile özel sektöre devrediliyor. Tabii ki bu devir şeffaf değil. İktidara yakın sermaye grupları aslan payını alıyor ve “ahbap-çavuş kapitalizmi” devreye giriyor. Soma’da kazanın yaşandığı maden, önce iktidara yakınlığı ile bilinen Çalık grubuna, sonra bu grup tarafından yine iktidara yakın başka bir isme, Soma Holding’e devredilmiş. Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) 130-140 dolara mal ettiği kömürün tonunu 23.8 dolara çıkardıklarını anlatırken maliyeti ‘özel sektörün çalışma tarzı’yla düşürdüklerini söylüyor. O halde “büyüme mucizesinin” ikinci kuralı da şu şekilde yazılabilir.
KURAL 2: Müşterekleri iktidara yakın, tercihen medya ve inşaat işinde de var olan sermaye gruplarına devret.
Verimlilik artışının birkaç yoldan sağlanabilir. Artan mekanizasyon ya da etkin organizasyon. Bu madende son teknoloji robotik madencilik ekipmanının kullanıldığına dair bir delil yok. Vagonlar bile elle itilerek madenden çıkartılıyor, hiçbir mekanik sistem yok. Madenden yansıyan görüntüler, hala ortaçağdan kalma tekniklerle maden çıkarıldığını gösteriyor. Zaten Başbakan da maden kazalarının işin fıtratında olduğunu söylerken, Ortaçağ’dan olmasa bile on dokuzuncu yüzyılın sonundan, yirminci yüzyılın ilk yarısından örnekler verebiliyor ancak. Organizasyonel etkinlikte de bir ilerleme olmadığı görülüyor. Bazı ayrıntılar önümüzdeki günlerde daha da netleşecek, ama bir vardiya daha madenden çıkmadan ikinci vardiya madene giriyor, kaza sonrası yanlış teknik müdahaleler yapıldığı iddiası var.
Verimliliği arttırmanın tek bir yolu kalıyor geriye: İşçileri daha az ücretle daha fazla çalıştırmak, işletme masraflarını kısmak için güvenlik önlemlerini savsaklamak. Bu işleyişin sadece madenlerde olduğunu sanmayın. Örneğin beyaz yakalıların çoğu plazalardan 8-9’dan önce çıkamazlar, hafta sonları en az bir gün fazladan çalışır ve hiçbir fazla mesai alamazlar. İşte size üçüncü kural:
KURAL 3: Modern tekniklerle üretim artışı sağlamak yerine giderek daha fazla emek sömürüsü ile verimliliği arttır.
Bundan biraz da hane halklarına gidelim. Haber kanallarının birinde madenden sağ olarak kurtulan ve annesi babası ile birlikte röportaja katılan bir maden işçisi, röportajı yapan muhabirin “tekrar madene inecek misiniz?” sorusu karşısında, 1200 TL ücret aldığını, bir çocuğu olduğunu ve karısının hamile olduğunu söylüyor. Her ay maaşının bir önceki ayın kredi kartı borcunun bir kısmını ancak ödeyebildiğini ve borcunun giderek arttığını ifade ediyor. Bir bankacı tanıdığım, vakitlerinin büyük bölümünü ödeyecek durumu olmayanlara kredi ya da kredi kartı satmak ve sonra da ödenemeyen borçların peşinde koşmakla harcadıklarını ifade ediyor. Bankaların ve özel sektörün kullandırdığı krediler, dışarıdan döviz cinsinden yapılan borçlanmaya dayanıyor. Hemen dördüncü kuralımızı yazalım:
KURAL 4: İnsanları borçlandır, geleceklerini ipotek altına al.
Aman dikkatli ol isyan etmesinler. Bunun için her şeyden önce başlarına gelen felaketlerden dolayı isyan etme saikleri belirse bile bunu tevekküle karşılamayı bilmeleri lazım. Bunun için kadere inanmaları ve başlarına gelen felaketleri Allah’ın imanlarını sınadığı bir imtihan olarak görmeyi öğrenmeleri lazım. Zaten niteliksiz işlerde çalıştıkları için fazla teknik bilgi ve beceriye de gereksinim duymadıklarından İmam Hatip Lisesi mezunu olmaları yeterli. İmam Hatip Lisesi’ne gidememişlerse bile derslerin beşte birini dini derslerin oluşturduğu okullar da yeterli.
KURAL 5: Eleştirel ve teknik bilgi ve becerilerin öğrenildiği sorgulayıcı bir eğitim sistemi yerine itaat etmeyi öğreten bir eğitim sistemi kur.
Tabii ki okulda eğitim her şey demek değil, insanlar iş yerinde de bilgi ve becerilerini geliştirebilirler. Sendika ve siyasi partilerin çatısı altında örgütlenip siyasi bilinçlerini yükseltebilirler. Bu durumda bu iki kanalın da denetim altında tutulması büyük önem arz ediyor. Soma’daki madende örgütlü Maden-İş Sendikası, madeni işleten firmanın “çok kurumsal bir firma olduğunu,” madenin çok güvenli bir maden olduğunu söylüyor. Zaten Türk-İş konfederasyonundan bir şey beklememek lazım, peki ama “Devrimci” İşçi Sendikaları Konfederasyonu ne yapıyor? Tabii ki “devrimcilik” yapıyor! Örgütlü olduğu işyerlerinin sayısı ve üye sayısı giderek düşüp emek hayatını gerici sendikalara terk ederken son 1 Mayıs’ta da bir örneğini yaşadığımız gibi her olayda herkesi Taksim'e çağırıyor ve ondan sonra ortada bırakıp polise gazlattırıyor. Üyesi olduğum KESK farklı mı? Kamu sektöründe üye sayısı bakımında birinci sıradayken üçüncü sıraya düştü.
KURAL 5: Yandaş sendikaları destekle güçlendir, “devrimci” sendikaları da bir kedi-fare oyununa mahkûm ederek etkisizleştir, bu yolla emek hayatını denetim altına al.
Ama dün Başbakanın Soma ziyaretinde gördüğümüz gibi, tüm bunlar bile işe yaramayabilir, halk gerçekten isyan edebilir. Bu durumda Başbakan’ın yüzündeki korku görülmeye değerdi. Başbakan her gittiği yere önünde ve ardında bir polis ve koruma ordusu ile gidiyor. Dünkü görüntülerde üç sıra güvenlik görülüyor. Ziyaret edeceği yerin etrafı bariyerle çevrilmiş, bariyerlerin önünde çevik kuvvet, onların arkasında bir sıra özel tim, onların arkasında başbakanın yakın korumaları. Yine de cüret edip başbakana laf atan bir vatandaş, iki özel tim tarafından tutuluyor, başbakanın danışmanı tarafından tekmeleniyor. Başbakan korku ile bir markete sığınıp orada etrafındaki güvenlik ordusuna güvenip bir vatandaşı da tartakladıktan sonra (Kasımpaşalıysa tek başına çıksın karşısına!) güç bela olay mahallinden kaçırıldıktan sonra kalabalık biber gazı ile dağıtılıyor. Türkiye, "100 bin kişiye düşen polis" sayısında 475 ile Rusya’nın hemen ardından dünya ikincisi imiş. Kişi başına iki TOMA düşüyor ve akrep de yayında eşantiyon. Neredeyse her olayda, maçlarda çıkan kavgalarda bile biber gazı bol bol ve rahatça kullanılıyor. Buradan gelelim altıncı kuralımıza:
KURAL 6: “Yumuşak güç” yetersiz kalırsa aşırı ve etkin bir “baskı gücün” olsun.
Türkiye Cumhuriyeti devletinden geriye yalnızca bir baskı aygıtı kaldı. Teorik düzeyde de olsa “kuvvetler ayrılığı” diye bir mevhum var idiyse bile bunun artık esamisi bile kalmamış. Yargı ile ilgili hiçbir şey söylemiyorum, bu maden kazasına ilişkin yargı sürecinin zaten Türkiye de yargı ile ilgili söylenebilecek her şeyi bir kez daha teyit edeceğine eminim. Yasama diye de bir şey kalmamış. CHP kırk yılda bir hayırlı bir iş yapmış, mecliste Soma madenlerinde yaşanan kazaların giderek artması ile ilgili bir soru önergesi vermiş, hükümet baskısı ile AKP milletvekilleri tarafından reddedilmiş. Yasama yetkisini kullanan meclisin hükümetin getirdiği torba yasaları onaylamaktan başka bir işlevi kalmamış. Yürütme-Yasama-Yargı üçgeninde bütün iktidar gücünü elinde toplayan bir Başbakan ve etrafındaki istihbarat örgütünden ibaret bir “Muhaberat Rejimi” ile yönetilen bir ülke.
İşte Türkiye’nin ekonomik mucizesinin altında yatan gerçekler. Bu gerçekleri değiştirecek bir irade ortaya çıkmadan, bu duvarda gedikler açılmadan AKP iktidarı altında daha çok yıllar geçireceğiz. Gezi olayları ve 17 Aralık operasyonunun ardından ortaya dökülen gerçekler de, Yerel Seçim sonuçlarının gösterdiği kadarıyla geniş halk kitleleri nezdinde bir algı kırılmasına ve aydınlanmaya yol açmadı. Çünkü hükümet uzun yıllar etkisi altında kaldığı psikolojik harp kurallarını çok iyi kavrayıp çok iyi kullanıyor. Üstelik bu düzenden çıkar sağlayan ve Soma’da ölen madencilerin kanı ellerine bulaşmış olan her sınıftan geniş bir toplumsal kesim var. Soma katliamının, 1999 depreminde olduğu gibi bir algı kırılmasına yol açıp açmayacağını zaman gösterecek.