Van Söyleşileri
Burcu Yankın, Feryal Öney, Selda Öztürk
12 Şubat 2012
Hem gönüllü çalışmalarına destek olmak hem de yeni yılı karşılamak üzere gittiğimiz Van'da, farklı kesimlerden birçok gönüllü arkadaşımızla bir araya geldik, çalıştık, söyleştik. Bu zamana kadar Van'da neler yaptıklarını, Van'ın durumunu, nelere ihtiyaç olduğunu bir de onlardan dinledik... Kışla birlikte Van'daki yaşam koşulları çok daha ağırlaştı. Van'ın gündemde tutulması, gönüllü çalışmalarının ve maddi-manevi yardımların sürdürülmesi açısından yol gösterici olacağı düşüncesiyle bu söyleşileri sizlerle de paylaşıyoruz...
“HALKLARIN KARDEŞLİĞİ ÇADIRI” GÖNÜLLÜLERİ İLE SÖYLEŞİ
Muhsin Delen: Merhaba, ismim Muhsin. Vanlıyım; depremzedeyim. İlk depremi de sonuncusunu da -ve bütün artçıları da- ayrıntısız yaşadım. Gerçekten çok korkunç ve acıydı. Ama şunu söyleyebilirim; ilk depremi yaşadığımızda çok hazırlıksızdık, ne yapacağımızı bilmiyorduk. O korkuyla, telaşla dışarıya attık kendimizi. Ondan sonra “yurtsever gençlik” dediğimiz arkadaşlarımızla bir araya geldik ve çok küçük bir çadır yaptık. Bu çadırın adını da "Halkların Kardeşliği/ Konê Biratiya Gelan" koyduk. O küçücük çadırı, o küçücük aileyi kocaman bir aileye çevirdik. O günden bu yana bini aşkın gönüllü arkadaşımız geldi. Yeri geldi, yatacak yer olmadı; yeri geldi, dört kişiye düştüğümüz de oldu. Bizim isteğimiz -özellikle şu anda- gönüllü arkadaşlarımızın hiç bitmemesi. Gönüllü arkadaşların her daim burada olması. İki günlüğüne de, bir günlüğüne de, bir haftalığına da gelebilirsiniz; hiç önemli değil. Yani bir saat bile çalışsanız bizim için süperdir. Biz bir saat çalışanın bile emeğine saygı duyuyoruz. Bir saatliğine de olsa depolarımızda paketleme yapacak arkadaşlarımızı bekliyoruz.
Dediğim gibi, ana depremden hemen sonra buradaydım. Dağıtımlara katıldık. İlk etapta nasıl dağıtım yapacağımızı, insanlara nasıl ulaşacağımızı bilmiyorduk. Şu anda medyadaki -özellikle yandaş medyadaki- haberleri pek takip etmiyoruz ama sonradan gördüklerimize inanamıyoruz. Ya da mesela giden arkadaşlarımız bizi arıyor; “medya burada hiçbir sorun olmadığını, insanların evlerine geçtiğini, çadırların dağıtıldığını, konteynırların verildiğini söylüyor. Hakikaten öyle mi?" diye soruyorlar. Ama öyle bir şey yok. Niye yok? Çünkü, arkadaşlarımızın hepsi bilirler, mahallelere gittiğimizde insanların ne durumda olduğunu görüyoruz. Ben bugün ortalama 180 aileyi ziyarete gittim. Bunların hepsinin durumu kötü ama ben sadece bir aileyi anlatmak istiyorum: Tek katlı bir kerpiç ev, yaşlı bir teyze... Kapıdan içeri girdik, ev oturulamaz durumda. İçeride iğrenç bir koku var; nasıl yaşıyorlar orada, inanılmaz. Penceresinden banyosuna kadar inanılmaz kötü durumda... Buzdolabına elimi attığım zaman içimden sadece şöyle bir şey geçti: “İnşallah güzel bir şeyler vardır, lütfen olsun...” Açtığım zaman gerçekten hüsrana uğradım. Böyle nice aile var. Ne yazık ki, bazı insanlar depolarımızın çok dolu olduğunu, çok malzeme olduğunu söylüyor; bunlar tamamen yalan. Depolarımız orada, gidip bakılabilir. Van büyük bir şehirdir; evet, insanların üçte ikisi gitti ama kalanlar da var. Şu an nereden bakarsanız iki yüz, üç yüz bine yakın insan var burada. Ve bu kitle yardıma muhtaç. Çünkü şehir işlemiyor -işlese ne olur ki, kim gidip oradan bir şeyler alabilecek ki! İnsanlar amelelik yapıyor, inşatta çalışıyor ya da mazot getiriyor (bazıları bunlara “kaçakçı” diyor, ben demiyorum, “ticaret” diyorum ). Tüm bunlardan para kazanan insanlar da ne yazık ki yok. İnsanlar aç, depolarımızda gıda yok. Gıdamız olmadığı için battaniye, giyim dağıtıyoruz. Battaniyelerimiz de bitti; iki gündür dağıtım yapmıyoruz. O kerpiç evdeki ablayı görünce içim kan ağladı. Tamam, belki arkadaşlarla para toplarız; götürür, o aileye veririz. Ya diğerleri ne olacak? Kusura bakmayın, ben konuşamıyorum. Konuştukça kelimeler boğazımda düğümleniyor. İnanın Vanlı olduğum için değil, insan olduğum için ıstırap çekiyorum. Herkesten, özellikle de “insanım” diyen herkesten yardım bekliyoruz. Bu insanların size ihtiyacı var. Gıda olsun, battaniye olsun, giyim olsun, ne olursa olsun lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve bu insanlara yardım edin. Medyaya, bu devlete inanmayın. Çünkü bu devlet Van'ı yalnızlaştırıyor. Tamamen siyasi çıkarlar peşinde, oy peşinde ve bu yüzden de Van'ı terk etmiş durumdalar. Ama şunu bilsinler: Biz burada AKP'lisine de, MHP'lisine de, BDP'lisine de, kim olursa olsun yardım edeceğiz. Biz sizin gibi faşist, ırkçı olmayacağız. Şunu da söylüyorum; siz orada istediğinizi yapın, Van’ı yalnız bırakın ama bilin ki, Japonya'dan, Almanya'dan, İsviçre'den, Amerika'dan bile gönüllü insanlar geliyor, yardım ediyor, bu halka sahip çıkıyorlar. Japonya’dan bile gelen ve yardım gönderen insanlarımız var. Ben sadece bunu söylüyorum, saygılarımı iletiyorum. İyi akşamlar...
Leyla Kaya: Aslen Urfalıyım. Mardin Kızıltepe'den geliyorum. Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde Kamu Yönetimi, ikinci sınıf öğrencisiyim. Yaklaşık bir buçuk aydır buradayım. Çalışmalara gönüllü olarak katılıyorum -gerçi artık zorunlu oldu. Ben geldiğimden beri hep depoda ve dağıtımda yer aldım. Özellikle ilk iki hafta depoda yer aldım ki, görmek istedim ne nedir, nereye gidiyor vs. O sırada çok değerli insanlarla tanıştım. Ve yavaş yavaş kendimi sorgulamaya başladım (gerçekten insanın hayatında yaşaması gereken bazı şeyler olduğunu düşünüyorum). Ondan sonra daha çok dağıtımlarda görev aldım, hatta bir ara paylaşılamama durumum da oldu. Sonrasında tatlı rekabetler başladı -ki bunlar sonradan ciddiye de dönüşmeye başladı. Araç sıkıntısı olduğu için ufak tartışmalara yaşandı; “ilk önce bizim bölge, yok hayır bizim bölge...” gibi. Hatta Muhsin’le bayağı takışmışızdır bundan dolayı. Bölgecilik başladı bizde, bölücü olmaya başladık. Mahallelere çıkmaya başladığımda ilk önce güleryüzlüydüm, gerçekten sabırlı bir insandım. Çok hoşuma gidiyordu insanlarla konuşmak, dertleşmek, yardımlaşmak. Hatta çocuklar; "yardım gelmiş!.." diye bağırdıklarında çok hoşuma gidiyordu. Kimi yerlerden zılgıtlar eşliğinde çıktığımı da biliyorum. Bir mahalleye gittim, o kadar sevindiler ki artık zılgıtlarla yolladılar bizi. Tabii taşlarla yollayanlar da oldu, onları söylemiyorum. Olabilir, deprem bölgesi burası. Şimdi gülerek anlattığıma bakmayın, çok sinirlenmiştim o zaman. Deprem bölgesi, insanlar ne yapacaklarını bilmiyorlar, korkmuşlar sonuçta. Bizim amacımız onların yanında olduğumuzu hissettirmektir, insanlık adına orada olduğumuzu bilmeleridir. Gelip o kadar insanın etrafımda toplanması... “Leyla Hanım” olarak da tanınırım bu arada, çok güzel bir şey. Kocaman kocaman adamlar bana bakıyor; “ne yapıyor bu kız?” diye. Tuhaf manzaralar oluyor tabii. Sonra o teyzelerin yalvarışları, yakarışları... Düşünsenize, bir poşet için. Ne bileyim, demek ki ihtiyaç var, demek ki çok mağdur durumdalar. Zaten biz de yetişemiyoruz, çok az kişiyiz. Bazen üç kişi çıkıyoruz dağıtıma -ki normalde dört beş kişi gidilmesi gerekir, özellikle çocukları zaptedemiyoruz, poşetleri çalıyorlar, falan. Yetişemiyoruz sonuçta. Ben de artık son birkaç haftadır falan sert davranıyorum insanlara. Çünkü ister istemez insanın morali bozuluyor, psikolojik olarak çöküyor, gergin oluyor -ki bu da arkadaşlarımla ilişkime bile yansıyor. Hatta taklidimi yapıyorlar. Ama tabii pek hoş olmuyor; senden yaşça kat kat büyük insanlara bağırıyorsun, sesini yükseltmek zorunda kalıyorsun... Ki, dil zaten büyük bir sıkıntı; bazen anlaşamıyoruz. Bunların dışında, ben her bölgenin dağıtımında yer alıyorum. Bu yüzden paylaşılamıyorum, bunun farkındayım. Arkadaşlar da beni çok seviyor.
Size gönüllülerden bahsedeyim: Uzun zamandır burada olduğum için neredeyse herkesi gördüm. Sokak müzisyenlerinden tutun da Kore'den, Almanya'dan, İsviçre'den, Türkiye'nin dört bir yanından gelen arkadaşlarımıza kadar. Irak'tan gelenler bile vardı. Özellikle Koreli arkadaşlar çok iyi çalışıyorlardı.
Yemekler konusuna da değinmek istiyorum: Her gün kuru fasulye, nohut-pilav yiyoruz. Güzel, yani aslında ben severim. Ama her gün yemek...Yemek masrafları gibi mali işlere benim pek aklım ermez, pek karışmam. Ama yemekler her beş bölgeye de gidiyor. Haddinden fazla yiyecek var yani. Aylık 1.5 trilyondan söz ediliyor şu an ama benim net bir bilgim yok. Bugün arkadaş sordu; “mesela Leyla bugün ne yemek istersin?” diye. Aklıma hiçbir yemek gelmedi. Direkt; “kuru fasulye...” dedim. Çünkü koşullanmışız artık. Hiçbir şekilde aklına başka yemek gelmiyor.
Mamoste Şoreş: Merhaba ji we re. Ez Şoreş, ji Geverê hatime. Ji cergiya erdheja yekemîn çê bûye, du meh û nîv ji ser derbas bûye, ez li vê derê me. Hevalên li vê derê dixebitin giş bi dilxazî li vê derê ne. Ez sipasî van hevalan gişan dikim ku ji bo li vir dixebitin û li vir amade ne.
Bi rastî, di vê erdhejiyê de em gelek tişt bi hev re jiyan. Hinek tiştan ji aliyê hestawarî, hinek tiştan ji aliyê polîtîk me jiya. Lê ji ber ku tiştên em yeke yek dijîn polîtîk in ez dixazim li ser vê hinek gotinan bikim. Ev nêzî nod sal e Komara Tirk hatiye ava kirin. Ji wê çaxê heta niha polîtîkaya ku li himberî Kurdan dikin komkujî ye, bişaftin e, polîtîkayên nîjadperest in. Van polîtîkayan hemûyan me di vê erdhejiyê de yeke yek jiya. Tiştekî balkêş jî ew e ku mirovanî di vê komkarê de tune ye. Piştî erdheja duyemîn, roja erdhejê polîsan êrîşî gel kir. Bi çi êrîşî gel kir? Bi “gaz bomba”, bi “cop”an êrîşî gel kir. Ev tiştekî gelekî hovane ye û tiştekî dijî mirovaniyê ye. Ez dibêjim ev însanan piçekî biwicdan bûna û nirxên mirovatiyê bi wan hebûya wê li vê meselê cudatir binêriyanan. Lê ez naxwazim li ser aliyê polîtîk yan jî siyasî bipeyivim. Tiştê ku me li vê derê, di bin konekî de aniye ser hev hestyariya me ye, nirxên me yên mirovatiyê ye. Em zanin ku ji her derên Tirkiyeyê, ji Kurdîstanê, ji dervê welat însan hatine ji bo alîkariyê. Bi nirxên mirovatiyê em li vir kom bûne. Armanca wê ew e ku bi hev re, bi awakî kolektîf, ji destê kê çi bê bike ji bo gelê Wanê.
Ez dixwazim hindekî li ser xebatên me biaxivim. Malzemeyên ku dihatin barxanê me tasnîf dikir û me ev malzemeyan ji gel re dibir. Dîsa jî me nikarîbû alîkariya herkesî bikira. Lê pîştî şaredariyên BDP‘yê hatin pir baştir bû. Her sê çar şaredarî dibûn yek û alîkariya herêmekê dikir. Ez jî ji van herêman li herêma çaremîn bi dilxwazî dixebitim. Xebata min ne alîkariya gel e. Em di van konên ku ji bo perwerdeyiya zarokan hatine avakirin de li ser navê Komala Kurd-Derê perwerdeyiya zimanê Kurdî didin. Niha li çar herêma em perwerdeyiya ziman didin. Armance me ew e ku ji xeynî alîkariya dêrûnî em ev polîtîkayên bişaftini bi perwerdehiya zimanê Kurdî dijber bikin. Ne fermî be jî em dixwazin zimanê Kurdî hînî zarokên Kurd bikin. Ji ber ku ziman serê hemû tiştaya. Ziman nebe çand jî nabe, ziman nebe mirovanî jî nabe, ziman nebe netewa gel nabe. Em dixwazin di vê erdhejiyê de, zarokan bi ziman dest pê bikin û bi ziman biqedînin. Spas dikim.
Sezgin Kardeş: Merheba ji we re. Navê min Sezgîn Kardeş e. Ji Amedê me. Cara duyemîn e ez hatime vir. Di erdheja ewîlî de ez li vir bûm, ez hêvî dikim ku neyê serê tu gelî. Piştî erdheja ewilî bi du rojan ez çûm Amedê. Ji ber ku psîkolojiya erdhejê bandorek pir çêkiribû li ser me. Dawiyê piştî heftakê ez vegeriyam hatim vir, hevalên me li vir bûn, lê koordînasyon tune bû. Hema em diçûn depoyê, li depoyê me xebat dikir ji bo ku em bigihêjin gel. Me qût, cil, “bebek bezi” digehande gel. Heftakê ez li vir mam dîsa çûm Amedê, yanî ev cara duyemîn e ez li vê derê me. Pîştî ku ez dîsa vegeriyam vir min tiştekî xweş li vir dît; li vî konê bi navê Biratiya Gelan. Dîsa hevalên ji her derê hatine li vê derê ne. Ji xeynî wan, şaredariyên BDP Wanê kirine şeş herêm û bikoordîne xebat dikin. Me jî bi şaredariyan re alîkariya gel kir. Li kîjan herêman alîkarî hewcê dikir me hevalan dişande wir. Min jî li vir, li herêma sêyemîn de, di konê zarokan de bi zarokan re wêne çêkir û lîstik lîst. Li ser navê Kurdî-Derê me perwerdeyiya zimanê Kurdî da. Ji ber ku gelên me di bin bandora asîmîlasyonê de dimînin. “TC” dixwaze ev rewşê ji xwe re bike fersendek û gelê me asîmîle bike. Em dixwazin ku li vê derê vê ya hindekê kêm bikin. Li vê derê hevalên me yên ji Almanya, Japonya, ji nava Tirkiyê ji Stenbolê, Antalya, Hatayê, ji Colemergê, Amedê hwd. ku yên Ereb, Tirk, Kurd hatine. Ew dixwazin ku wexta li vir herin nav gel bi zimanê gel biaxivin. Hema çend peyv jî be dixwazin hîn bibin. Me jî xwest ku li vê derê em zimanê Kurdî hînî hevalan bikin. Li vir, li Konê Biratiyê de, em Kurdî hînî wan dikin. Yanî em zanin ku ev êş û kula me fêhm dikin. Em dizanin ku ev hevalan li cem me ne, êşê me ew jî dikişînin. Zanin ku me li vir gelek êşek mezin dîtiye. Spas ji bo alîkariya wan û dilxwaziya wan. Bijî biratiya gelan.
Hekim Mükemre: Ben Hekim, Vanlıyım. Depremin ilk gününden beri buradayım. Tabii farklı bölgelerde çalıştık. Bütün Van’a bir merkezden ulaşamayacağımızı bildiğimiz için arkadaşlarımız (Kriz Masası) Van’ı altı bölgeye ayırdı. Farklı depolarda, farklı bölgelerde çalıştık. Mahalle çalışmalarına katıldığım oldu. Gelen gönüllü arkadaşlarla beraber yaptığımız çalışmalarda, ihtiyaç sahibi ailelere bir nebze de olsa yardım etme adına çaba sarfettik. Yetersiz olduğumuzu biliyoruz. Bu halka her zaman borçlu kalacağımızı da biliyoruz. Bizi bugüne getiren bu halkın evlatlarıdır; bunu da biliyoruz. Bunun bilincinde, sorumluluğundayız. Sadece Van’dan değil, Türkiye’nin her ilinden, Avrupa’nın birkaç ülkesinden gelen arkadaşlarımız oldu. Tabii burada siz değerli sanatçıları da görmek, size olan sevgimize farklı bir boyut da kazandırdı. Bunun da mutluluğu var bizde. Ama bugüne kadar yaşadığım en büyük mutluluk; belki de hiç giyilemeyecek, kimsenin üstüne örtülemeyecek giysi ve battaniyeleri götürdüğümüzde bir ailenin, bir çocuğun gülmesidir, diyebilirim. Ben de bir depremzedeyim; fakat bir buçuk aya yakın zamandır kendi ailemin yanına gitmiş değilim. Öte yandan, Van şu anda tek bir aile. Buradaki bütün insanlar birleşip kocaman bir aile oluşturdular. Bu yüzden ailemin yokluğunu pek hissetmiyorum. Çünkü gittiğim her anne ya da gördüğüm her çocuk kardeşim, annem, ailem... Gittiğimiz her evde güzel anılarımız oldu. Tabii sıkıntılarımız da oldu ister istemez. Sonuçta bir buçuk aydır buradasınız, çalışıyorsunuz. Çadır hayatına alışmaya çalışıyorsunuz. Ruhen yoruluyorsunuz, bedenen yoruluyorsunuz, sinirleriniz yıpranıyor, bazı şeyleri kabullenemiyorsunuz. Arkadaşlarımın da değindiği birçok baskı, Van’a ambargo, aslında Van halkının devlet tarafından cezalandırılması, hepsi göz önünde. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Van gibi bir yerde (fazla bir nüfusu da yok, taş çatlasa bir milyon diyebiliriz, bunu da aileye böldüğünde) iki yüz bin aileye yetişemiyorsa iki ayda, düşünülmelidir ki, aslında bir ceza sistemi vardır. Bu siyasi bir boyuttur ama biz onu görmezden geliyoruz, çünkü buradaki insanlar artık neyin ne olduğunu biliyor. En azından biz öyle ümit ediyoruz ve umuyoruz. Zaten gittiğimiz birçok aile de gidecek yerlerinin olmamasından ya da bu ekonomik gücü kendilerinde görmemelerinden dolayı burada kalmışlardır. Van’ın hemen hemen yüzde 50’sinden fazlasının göç ettiğini düşünüyoruz -ki bunu mahalleleri gezdiğimizde görüyoruz az çok. Gerçi genelde Xaçort Bölgesi’nde çalışma yürüttük, insanlara ulaşmaya çalıştık. Onlar da ‘89-‘90 göçünden sonra gelip bir bölge oluşturmuşlardı. Varoş insanlarıdır, ekonomik anlamda gerçekten sıkıntıları olan insanlardır. Biz de zaten ihtiyacı olanlara gittik; onlara ulaşmaya çalışıyoruz halen, daha ulaşamadığımız bölgeler var. Dün arkadaşlara da söyledik. “Bu halkın gıdaya, battaniyeye, sobaya ihtiyacı olduğu kadar gönüllü arkadaşa da ihtiyaç vardır.” Sizden de bunu talep ediyoruz. Bir dahaki sefere ekip olarak gelmenizi istiyoruz açıkçası. Burada mutlu bir aileyiz; yeri geldi eğlendik, yeri geldi ağladık. Yine her şeye rağmen, gönüllü insanların sıcaklığıyla Van soğuk olsa dahi bu çadırda bir güneş doğdu. Gönül sıcaklıklarıyla bütün Van’ı ısıttıklarına inanıyorum. En azından ben ısındım, üşümüyorum. Eminim, benim gibi düşünen arkadaşlarım da vardır. Burada yaşayan insanlar da bunun bilincindedir. Örneğin, biz dağıtıma çıkıyoruz; halka ulaşmamışız, haklı olarak sert tepkiler de görüyoruz. Burada artık ekonomik anlamda bir üretim olmadığından, yaşam tamamiyle tüketime dayandığından ve ailelerin nüfusu kalabalık olduğundan bazı sıkıntılar oluyor. Özellikle gıda, battaniye bazında; çünkü şu anda da herkes çadırda kalıyor. Bu talepleri tümüyle yerine getiremediğimizi biz de biliyoruz. Bunu devlet de biliyor, herkes biliyor. Nedense pek gündemde kalamadı Van depremi. Tabii bunu yine devletin bu halk üzerindeki politik bir oyunu olarak düşünüyoruz. Ama bu gerçekten artık umurumuzda değil.. Arkadaşımın dediği gibi, devlet aslında bizi cezalandırmaya kalkarken tümüyle kendini bizden soyutlamıştır. En azından biz, kendimizi artık devletten soyutlaştırdık. Hani bütün dünya bireyselleşirken bu kadar farklı coğrafyalardan gelip burada bir toplum oluşturduysak, insanlığın henüz ölmediği anlamına gelir bu... Bireylerin o bireysel düşünceden kurtulup toplumsallaşmaya yönelik bir çalışmada olduğunu bilmek de bizi mutlu ediyor aynı zamanda. En azından biz toplumsallaşmaya çalışıyoruz -her ne kadar bireyselleştirilsek de, bizi bir tarafa atsalar da. Birçok arkadaşla tanıştık: Türk’üyle, Kürd’üyle, Laz’ıyla, Ermeni’siyle, gelen arkadaşların tek amaçları gerçekten bu insanlara hizmet edebilmek, ihtiyaçlarını karşılayabilmek. Büyük bir oranda da başardık bunu. Yalnız yine de yetersiziz. Burada olduğumuz müddetçe çalışmalarımıza devam edeceğiz.
Buradaki çadır ortamında da bir yaşam var bir taraftan; farklı bölgelerden gönüllüler geliyor. Gündelik hayat ve ilişikilerden biraz bahseder misin?
Hekim: Sanırım 6. Bölge’deydi, Bostaniçi Beldesi’ndeki depoda çalışıyordum. Bu depo bittikten sonra Organize Sanayi Bölgesi’ndeki depoya çalışmaya geldik. İlk geldiğimde bu çadır gerçekten çok doluydu, yatacak yer bulamadım. Şu arka tarafta yattım; sabah kalktığımda bir tarafım donmuştu, onu biliyorum. Sobaya yaklaştım, soba da iyi yanmıyordu ama arkadaşların sıcaklığı her şeyi bitiriyordu. Özellikle arkadaşların, sabah saat 7’de, “roj baş!” deyip alkış tutmaları güzeldi. Birçok arkadaşta bu anı kalmıştır. Not yazan arkadaşlarımız var... “Roj baş” ile uyanmak gerçekten farklı bir duygu. Hani biz de bu duyguyu pek tatmadığımızdan, bizde de bir etki yarattı. Evde biz bu tür ortamları pek yakalayamıyorduk: Hep beraber kahvaltı edip araçlara binerek bölgelere dağılmak, araçtayken arkadaşların şarkılar söylemesi... 6. Bölge’de çalıştığımız esnada depomuz fazla büyük değildi (Belediye’ye ait olan bir gaz deposu). Orada bayağı lastik vardı (biz lastik yakmayı çok seven bir toplumuz, gelen arkadaşlara da bunu aşılayabildik bir nebze). Ateşimizi yaktığımız, halaylar çektiğimiz, şarkılar söylediğimiz anlarımız da oldu.
Çalışma esnasında birçok olayla da karşılaşıyoruz. Özellikle dışarıdan gelen paketlerin içerisinden çıkan notlar gerçekten bizi çok mutlu ediyor. En son bir olaya tanık olduk: Manisa’dan bir paket geliyor. Gönderen resim öğretmeni. Açan gönüllü arkadaş da Mersin’den. Meğer resim öğretmeni Mersinli arkadaşımızın da öğretmeniymiş... Çocuk bunu görünce çok mutlu oldu. Numarası vardı, hocamızı aradık. Farklı, kötü şeylerle de karşılaştık elbet ama bizi pek etkilemedi.
Dilan Ertaş: Burada aslında Türk halkı kadar, Kürt halkı kadar Afgan’ı, Iraklısı, İranlısı, yani Özbek diyelim... Güney Koreliler de buradalar ve ciddi derecede problemleri var. Bu halkın ihtiyacı olduğu kadar onların da var ve bunlar toplumda dışlanmış bir kesim. Toplum bunları kabul etmiyor. Şu anda bir mülteci aile kiracısı tarafından atılmakla tehdit ediliyor; bahçesinde bile çadır kurmasına izin verilmiyor. Bir aile yine öyle; eşi Hepatit C, bayansa hamile 8 aylık, ciddi derecede masrafları ve geçim sıkıntıları var. Ama biz genelde Belediye’nin koordinasyonu içinde yer alıyoruz, mahalle mahalle, bölge bölge gidiyoruz ama mültecilerin olduğu bölgeleri bilmiyoruz. Belki otuz beş aile olabilir, belki iki yüz kişilik bir aile olabilir ama bu insanların da ihtiyaçlarının duyurulması gerekiyor... Onun için, hani ben, orada hamile listesini falan almıştım İsmet’ten; onu VAKASUM’a ilettim, dedim, paketleri dağıtırız, falan... Orada sosyolog arkadaşımız Ceyhan Hanım’la bir konuşmamız geçti. Ben şöyle dedim: “Erkek hani bir iş için, yine deprem vurmuştur ama bir şekilde sokağa çıkar, gezer, tozar. Ama bu kadın bir çadıra adapte oluyor, çocuklarını o psikolojiden kurtarmaya çalışıyor, orada o kadın kendi psikolojisini düzeltmek yerine kendini çocuğuna adıyor, ailesine adıyor, geçim sıkıntısı oluyor, onları doyurabilme amacıyla burada çalışıyor. Daha doğrusu, psikolojikman çöküyor yani..’’ Şunu gördüm: Depremden en çok zarar gören, binalar kadar kadınlar... Yani burada feminist de olabilirsiniz ama bu bir gerçek: kadınlar gerçekten bir ailenin yükünü taşıyor. Bana göre, ben şöyle düşünüyorum; bir erkek bir insandır ama bir kadın, bir aileye mensuptur, o aileyi temsil eden bir varlıktır. Ve hep derler ya; “yuvayı dişi kuş kurar...” diye, hakikaten de öyle. Yuvanın bir arada olmasını sağlayan da kadınlardır. O yüzden burada, aşırı derecede, mümkün olduğunca sosyologların, sosyal hizmet uzmanlarının, psikologların, bilhassa Kürtçe dil eğitimi bilen arkadaşların olması lazım. Çünkü gerçekten kendi ihtiyaçlarını bile dile getiremiyor bu kadınlar. O şekilde arada kalmışlar. Bir dil olarak da arada kalmışlık var, kendini ifade etme olarak da ayrı, kendi içinde zıtlaşıyor yani. Kendi içinde de bir problem yaşıyor. Ve şunu gördüm; kadına şiddetin depremden sonra daha da arttığını gördüm... Biz bunları görmüyoruz ama kadın derneklerinin olduğu bölgelerde gidip baktığınızda, sadece bir paket, iki paket bırakmak o aileyi mutlu etmiyor. O ailenin kendi içinde problemleri var. Nasıl biz, ben Van’da okuyorum ama geçen sene bir sosyolog bayan, Erciş’teydi galiba, bir kadın sığınmacı gelmişti, burnu kesilmişti. Polis tarafından korunmuştu güya, eşi tarafından yine öyle bir saldırıya uğradı ve ölüme yaklaştı yani, o derece. Ve bu depremle, o toplumda yaşanan olaylar, depremle daha farklı oldu. Çünkü artık ebeveynler de çok ciddi problem yaşıyor. Biz hani çocuk çadırlarında çocuklara ağırlık veriyoruz, psikolojileri düzelsin, diyoruz ama burada gerçekten ebeveynlerin de psikolojik tedavi alması gerekiyor. Yani orada o insanların çocuklarına yardım edebilmesi için kendini aktif bir şekilde yenilemesi lazım, ki geleceğe umutlu bakabilsin. Eğer bir ebeveyn geleceğe umutlu bakamıyorsa çocuğuna da umutlu bakamamayı aşılıyor yani. Çocuklar da duyarsız oluyor, toplumda dışlanma oluyor. Bugün sizinle konuşan bir arkadaş vardı, kulak misafiri oldum. Burada okuyan arkadaşlar, Türklerin daha rağbet gördüğü bölgelere, okullara gönderilmişler ve orada kültürel zıtlıklar, bir arada barınamama problemleri yaşıyorlar ve bu resmen bir ötekileştirme politikası... Siz buradan bir insana yardım elini uzatıp o bölgeye götürüyorsunuz ama o bölge o insanın hâkim olduğu zihniyete hâkim değil. Ya da o bölge o insanları anlayacak seviyede bir şey değil, vicdani olarak gelişmiş insanlar değil. Yine var içinde gönüllü gelenlerimiz ama şunu görüyorum; buraya gelenler, Batı’dan gelenler de Doğu’ya bir kez uğramış insanlar. Muhakkak buraya uğramış. Belki içinden gelenler var tek tük ama ağırlıklı olarak bu bölgenin insanı burada. Batı’da okuyor olabilir, Batı’da yaşıyor olabilir. Belki doğma büyüme Batılıdır ama kökeni buraya dayanan insanlar burada. Bu da şunu gösteriyor; biz bu toplumda, bu kültürde, bu coğrafyada resmen tekliğe mahkûm ediliyoruz. Derler ya; “bizim bizden başka dostumuz yok...” diye, o yüzden ben burada bilinçli insanların, eğitim düzeyi önemli olan, yani seviyeye ulaşmış insanların, bilhassa da öğrenci kitlesinin olmasını istiyorum. Ben Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisiyim ve en çok üzüldüğüm nokta şu; buraya gelen arkadaşlarım, farklı üniversitelerden geliyorlar, hiç dönem kaybını bile takmadan burada olabiliyorlar ama benim okuduğum üniversitemin öğrencileri gelmiyor; ben bunun ciddi derecede utancını duyuyorum. Leyla’yla ben sınıf arkadaşıyım; kırk kişilik sınıfta biz ikimiz varız ya... Ve biz, bizim bölümümüz Kamu Yönetimi. Toplumu alâkadar eden, toplumun düzeni, seviyesi, eğitimi, hiyerarşik düzeniyle ilgilenen bir bölüm. Yani, ben şunu düşünüyorum (diğerlerini de eleştiriyorum ama şunu ayrı bir şekilde söylüyorum); eğer ben bir Kamu’cu olarak, Siyaset Bilimi öğrencisi olarak toplumun gereksinimini, ihtiyaçlarını dert edip onlara yardım eli uzatmıyorsam gençken, işimi, seviyemi aldıktan sonra insanları nasıl anlayabilirim? O yüzden arkadaşların buraya gelmesini, bu ortamı tatmasını... Çünkü burada öyle farklı insanlar var ki, hayatı –at gözlüğüyle bakıyorsunuzdur muhakkak ama- burada gerçekten geniş bir kitleyle, geniş bir şekilde bakıyorsunuz. Yani yadırgadığın veya hiç bilmediğin insanlarla hiç tatmadığın duyguları tadıyorsun. Belki hiç tanımadığımız, farklı bölgelerde yer alan arkadaşlarımız resmen ailemiz oldu. O yüzden, tek isteğim, bu kadın derneklerinde, bu depremin daha çabuk atlatılması için, aileler içindeki problemler daha çok genişlemeden, sorunlar daha fazla büyümeden, kadınların psikolojik tedavi alması ve onlara etkinlik alanı oluşturulması... Bir çocuğa çadır yapmak o çocuğa mahsustur ama onun ailesine hiçbir etkiniz olmaz, yani o çocuk o çadırla mahkûm kalır. Dışarıda yine ailesiyle aynı diyalog içerisindedir. O yüzden o insanları o dört duvara sıkıştırmayalım. Onları topluma kazandıralım...
Hekim: Dağıtımlarda bir şeyin farkına vardım: Bir evin önüne gittik; sanırım 8-9 aile orada kalıyordu. Bir kadın Dilan Arkadaş’la hararetli bir tartışmaya girdi; o sırada kocası geldi: “Eşiniz mi?” dedim. “Evet, eşim.” dedi. Her işi kadına, kadının omuzuna bırakmış; çok rahattı. Bu rahatlık nereden geliyor? Sonuçta bizim toplumun kadınları gerçekten her zaman bir baskı altında. Bunu sadece Kürtler için de söylemeyelim. Birçok toplumda, birçok ırkta kadın metalaştırılmıştır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesinde sadece “kadında namus” olgusu var. Farklı objelerle kadını özdeşleştirmişlerdir; kadınlar da bunu bir şekilde kabullenmişlerdir. Bazen feministçe davranan arkadaşlarla konuşuyoruz, diyorum: “Ben bir erkek olarak ne yapmalıyım?” Şimdi ne yapabileceğini aslında o da bilmiyor. Çünkü bu toplumun artık yıkılmaz tabuları var, kırmızı çizgileri var. Bu çizgileri bir türlü atlatamıyoruz. Ama en azından umut ediyorum, şu anki gençlik -daha doğrusu Kürt gençliği- bazı şeyleri aşmıştır. Bunun bilincindedir arkadaşlarımız. Bu da aslında sevindirici bir şeydir. Arkadaşın dediği gibi; Van’ı 7.2 vurmuş, kadına bakıyorsun, enkazdan daha enkaz bir halde. Bu onun hayatının her alanına yansıyor: Aileye, çevreye, komşusuna yansıyor ve bunlar bir bütün oluyor. Bir birey tek başına o sorunları taşıyamadığı için çevresine yansıtıyor. Ve bu psikoloji yaygınlaştığı zaman çok ufak bir sorun çok büyüyor. Ne yapılabilir? Arkadaşın da dediği gibi, kadın ve çocuklar üzerinde çok büyük bir baskı oldu. Örneğin, bu civarda okuma oranı çok az. İlk depremden sonra bir sürü şehir efsanesi çıktı; kimi, depremin saatini, dakikasını bile söyleyebiliyordu. Bu tür mesajlar bütün Van’da yayılıyordu. Bu, bilinçli de yapılmış olabilir... Bir arkadaşından mesaj gelmiştir; sözde iyilik yapıyor, o da arkadaşlarını uyarıyor. Sanki deprem merkezinde; gelen bilgileri halka duyuruyor. Bir yerde kızıyordum çünkü böyle yaparak büyük sorumluluk alıyorsunuz. Düşünsenize, bir anneye diyorsunuz ki; “deprem olacak!..” O annenin o anki psikolojisi, çocuklarını koruma, o aileyi bir arada tutma psikolojisi... Depremi zaten yaşamıştır, o korkuyu zaten görmüştür. Birçok anne evladını yitirmiştir ya da evladını yitiren anneler görmüştür depremde. Bunun psikolojisi de aslında kadınlarımızı yok etti. Kadınlardan çok çocuklarda bayağı etkili oldu. Annesindeki paniği gördüğü zaman ister istemez çocuğun içinde de bir korku meydana geliyor. Birçok eksiğimiz var aslında. Bireysel olarak da, toplumsal olarak da... Sivil toplum kurumlarımızın da birçok eksiği var. Kadınlar 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde sokaklara çıkıyor kadının hakları için; hani, o kadınlar nerede? Bence o kadınları bir araya getiren kadın örgütleri bugün burada olmalıydı. Hatta bugün değil, depremin ilk gününden itibaren burada olmalıydı. Ama yoklar... Belki de çalışma yapıyorlardır ama bizim haberimiz yok. Yapıyorlarsa da kusurumuza bakmasınlar. Ama biz mahalleleri gezdiğimiz için bunun pek olmadığını gördük. Bir alanda yüzlerce, binlerce kadını bir arada tutan o öncü arkadaşlar, o “mor”cu arkadaşlar neredeler? Önemli olan gerçekten bu zor anlarda birbirimize destek çıkabilmemizdir. Sadece Van için söylemiyorum; Türkiye’nin ya da dünyanın herhangi bir yerinde olan bir kadın kuruluşu da olabilir bu. Televizyonlarda görüyoruz; bir kedi ağaca çıkıyor ve inemiyor oradan, hayvanseverler sokaklara dökülüyor, medya bunu konuşuyor. Bakıyorsunuz, burada yüzlerce insanımız ölmüş, yüzlerce insanımız bir parçasını toprağa gömmüş -kimi gömememiş bile... Medyada siz de gördünüz; Erciş’te bir öğretmenin naaşı sanırım bulunamamıştı ya da başkasıyla karıştırılmıştı. Bu ne büyük bir acıdır. Eşi, annesi burada değil ama o acıyı bizden daha çok yaşadılar belki. O depremi yaşamadılar ama bir parçalarını yitirdiler bu depremde. Bence kadınlar 8 Mart’larda alanlarda halaylar çekiyorlarsa omuz omuza, bazı şeylere destek çıkıyorlarsa güzel elbette ama asıl önemli olan bugün burada olmalarıydı. Bizler de her alana yetişemiyoruz. Gönülü formlarımız var; “Halkların Kardeşliği Çadırı” adıyla bir facebook sayfamız var. Orada çalışılabilecek alanlar var: Depolarda, dağıtımlarda, çocuk çadırlarında... Her bireyin yaptığı bir katkıdır aslında. Dilan Arkadaş’ın bir sözü vardı: “Sevgiden tuğlalarla kuracağız bu kenti...” Bu sevgi o tuğlaların da renkleri olsun artık. “Mor”cuysak da “beyaz”cıysak da... Sarı-kırmızı-yeşil olsun, kırmızı-beyaz olsun, farklı renklerimiz olsun. Ama kuralım... Birlikte kuralım. “Jin Jiyan Azadî!..”
Leyla: Ben de bir şey ekleyebilir miyim bu konuyla ilgili? Ben ilk geldiğimde bebek paketi bölümünde çalışıyordum. Şu an boş olan depo o zaman tavana kadar doluydu. O zaman eşyalar daha çok olduğu için daha zordu depoda çalışmak, tozluydu çok... Kadın hareketinden bazı arkadaşlar geldiler; “bebek bezi ve kadın malzemelerini bizim için ayırır mısınız?” dediler. “Tabii” dedik, ayırdık bir köşeye, dizdik. O zaman eşya çıkarmak da çok sıkıntılıydı; neredeyse iki saat bir malzeme arıyorduk ki, paket yapalım.O paketleri götürdüler, tekrar geldiler öğleden sonra; “yine varsa götürelim...” dediler. Dedim; “kusura bakmayın, biz gönüllüler zaten azız burada... Bi’ zahmet siz geçin, arayın, belki bizi de anlarsınız.” Biraz da tepkiliydik çünkü. Girdiler, biraz dolaştılar, baktılar olmuyor, yoruldular. “Siz bulursanız bize getirirsiniz...” deyip gittiler. İkinci gün de hiç gelmediler. Üçüncü gün o proje ortadan kalktı. Yani zora geldi mi kaçma gibi bir durum oldu. Bu yapılmaması gereken bir şeydi ve açıkçası beni üzmüştü o zaman. Madem böyle, hiç başlamasaydınız, hiç umut da vermeseydiniz. En azından o 8 Mart’ta toplanan kadınlara duyurulur...
VAN 3.BÖLGE GÖNÜLLÜLERİ İLE SÖYLEŞİ
Merhaba, 3. Bölge gönüllüleri olarak bugüne kadarki çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Özgür Aksun: Merhabalar... Biz Van'da yaklaşık 2,5 aydır 3.Bölge'de Abdurrahman Gazi-AltınTepe Bölgesi'nde Rıdvan arkadaşımla beraber sorumluluk aldık. Van'da yaşanan olay hepimizin başına gelebilecek bir olaydı. Ben 1999 Marmara depremini İstanbul'da yaşadım. Daha sonra Gölcük'te de bulundum. İnsanların başına gelebilecek her şeyi gözümle de gördüğüm için Van'a gelme sorumluluğu hissettim. Burada insanlara birebir ulaşmak, evlerine sokaklarına yardım götürürken ilk önce Van halkının soğuk tenine bir sıcak el, bir umut, bir soluk olmak için böyle bir yaklaşımımız, adımımız vardı. Biz bütün halkların kardeşliği gönüllüleri olarak insanların evine giderken yardımlarımızı, “siz dilenci değilsiniz ve biz size gelmek zorundayız” anlayışıyla, ilkesiyle götürdük.
3.Bölge'deki aktivasyonlarımız biraz fazlalaştı. Bir çocuk etkinlik çadırımız var, ismi “Zarokên Rojê...” Biz burada çeşitli akademi öğrencileriyle, öğretmenlerle, psikologlarla birlikte yemek sırasında çocukluğunu unutan ve aile reisi olan çocuklara çocukluğunu yaşatma, gülümseme bilincini kazandırmak istedik. Yaptıklarımız belki çok bir şey değil ama sadece onlarla birlikte olmayı başarmak için buradayız...
Rıdvan Doğan: Gerçi Özgür Arkadaş da dile getirdi; biz 3.Bölge'ye geldikten sonra mahalledeki arkadaşlarla görüştük. Mahalledeki arkadaşlara onlarla birlikte çalışacağımızı, elimizdeki malzemeleri insanlara ulaştıracağımızı söyledik. Bizim sıkıntılarımız vardı. Gönüllü arkadaşlar genelde bölgelerde dağıtımdan sorumlu oluyor. Mesela dağıtıma Altıntepe Mahallesi'nden gıdayla başlamıştık; gıda vardı, battaniye vardı, giyim vardı... Yalnız belli bir noktadan sonra elimizde gıda bitti. Ondan sonra da diğer mahallere gıdasız girdik. Bu bir moral bozukluğu oldu ama yine de halka gitmeye devam ettik. Elimizde ne varsa onu verelim dedik. Hem de halka karşı dürüst olalım, elimizde ne varsa onunla gidelim, en azından insanların geldiğini, onları düşündüğünü bilsinler diye...
Bugün mesela bütün bölgenin dağıtımı bitmiş; bu bölgede altı mahalle var, dağıtım bitmiş. Bundan sonra gıda başlayacak ama o da merkezi koordinasyon kararıyla olacak, ne zaman başlayacağı belli değil.
Dağıtım sırasında mahalledeki arkadaşlarla birlikte çalıştık, kolektif bir çalışma vardı. İşte bugün dağıtımı bitirdik, insanlar gelmemeye başladı. Daha önce belki günde yüz kişiye aynı cevabı vermek zorunda kalıyorsun. Artık gerçekten de yoruluyorsunuz. Bir de nasıl diyeyim, bazı dağıtımlarda bürokratik engellere takılıyorsunuz, araba sırası, yakıt sırası... O noktada biz de bürokrat kesimin biraz yalancısı olduk. İşte bugün dağıtımı bitirdik (gülüşmeler). Çocuk çadırıyla diğer bölgelerden büyük bir farkımız var.
O farkı biraz anlatır mısınız? Ne tür çalışmalar yaptınız?
Rıdvan: Biz geldikten sonra çocuk çadırı hazırdı. Yalnız etkinliklere daha başlanmamıştı. İlk etkinliğimize resimle başladık. İstanbul'dan gelen bir arkadaş iki günlük resim kursu verdi. Daha sonra o arkadaşla konuştuk, çocukları bir şey vermeye, beklenti içine sokmaya alıştırmamak lazım diye... Çocukların yeteneklerini ortaya çıkarmak adına o etkinlik de bir fırsattır: resim, müzik, tiyatro... İki günlük resim kursu oldu, ondan sonra Kore'den gelen 20 kişilik bir grupla tiyatro gösterisi yapıldı. Sizden önce yine bir palyaço etkinliğimiz oldu. En son bugün oyuncak dağıtıldı.
Özgür: Biz bu işin uzmanı değiliz. Bu işin akademisini yapan pedagoglar bize dediler ki çocuğa bir şey verirsen, o sürekli bir şey bekleyecek ve buraya onun için gelecek. Biz bunu yapmadık burada. O yüzden çocuklar burayı derslik olarak, bir kurum olarak gördüler. Burası onların bir yuvası oldu. Vakitlerini burada geçirdiler. O yüzden çocuklar konusunda bizim diğer bölgelerden farkımız var. Bir şeyler öğrendilerse, gördünüz, çektiniz resimleri zaten... Hatta yarın da Meclis'e göndereceğimiz bazı resimler yaptılar. Bir yeni yıl mesajı gibi...
Neler yaptılar, neler çizdiler?
Özgür: Van'da yeni yılı anlattılar, konumuz oydu. Bu çalışmalarda Aziz Arkadaş sorumluluk aldı. Şimdi şu var; deprem öyle psikolojik bir durum ki yedisinden yetmişine herkesi etkilemiş. Yani Van çadırda yaşıyor şu anda. Böyle yaşayan bir halkı normalleştirmek ne kadar mümkün veya ne kadar çabuk olacak? Şimdi ulusal basın veya medya Van'ı gündeminden düşürmüş durumda. Ama Van'da Hükümet'in veya Valiliğin yaptığı en ufak bir adımı yok. Yani pazartesi günü okullar açılacak ve bu okulların hepsi hasarlı. Ağır hasarlı bazı okulllara konteynır geleceği söylendi ama konteynır yok. Çocuklar nerede okuyacak? Bir Bayram Otel faciasını göz göre göre yaşayacağız. Bunun altını özellikle çizmek lazım. Buradaki çocukları nasıl okula götüreceğiz? Bir anne baba nasıl buna müsaade edecek?
5. bölgede anneler, biz çocuklarımızı okula göndermeyeceğiz, dediler. Bu hasarlı okullar yüzünden... Ve de bu etkinlik çadırlarına öğretmen gelmesini istiyorlardı...
Özgür: Şimdi Halkevleri'nin organize ettiği öğretmen grupları var. Onlar ağırlıklı olarak geliyorlar. Mesela ataması yapılmayan öğretmenler var. Bize de talep oluyor, biz oraya gelmek istiyoruz, diye. Ama yol sıkıntısı, maddi olanaksızlıktan dolayı gelemiyorlar. Mesela şu anda yüz kişilik bir öğretmen grubunun, içinde pedagog, resim öğretmeni, belgesel öğretmeni, drama öğretmeni, branş öğretmenleri, rehber öğretmenler, sınıf öğretmenleri olan bir öğretmen grubunun gelme durumu var ama yol paralarını karşılayamıyorlar. Eğer bize bu konuda destek olursanız, İstanbul'dan ataması yapılmayan yüz kişilik bir öğretmen grubu gelecek... Bu konuda yerel yönetimler çok sıkıntıda. Belediye'nin mevcut sıkıntıları var, bu yüzden onlar da karşılayamıyorlar. Biz günlük yaşayan bir halkız. Depremin üzerinden 2,5 ay geçmiş. Yarın okullar açılacak, öğretmen yok, öğretmenler gelmiyor...
Çok teşekkür ediyoruz. Kolay gelsin...
VAN 5.BÖLGE İL ÇALIŞANLARI İLE SÖYLEŞİ
Merhaba, bize deprem sonrası süreçten ve buradaki çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Abdurrahim Yaşar: Yaklaşık 70 gün önce bir doğal afetle karşı karşıya kaldık. Daha önce böyle bir afeti yaşamadığımız için ne yapmamız gerektiğini de bilemiyorduk açıkçası. Gerek devlet olarak, gerek parti olarak, gerek belediye olarak tedbirsizdik. Nasıl davranacağımız konusunda eksik yanlarımız oldu. İlk depremde biraz koordinasyon eksikliği vardı. Devlet yetersiz kaldı. İlk önce diğer devletlerden gelen yardımları kabul etmedi. Devlet çaresiz kalınca bizim parti de çaresiz kaldı. Hepimiz bir korku, telaş ve çaresizlik içinde kaldık. Daha sonra devlet diğer devletlerden gelen yardımları kabul etmek zorunda kaldı, fakat bu yardımları düzenli şekilde dağıtmadı. Hatta hiç dağıtmadı desek daha doğru olur. Parti adına gelen bazı çadırlar vardı, devlet çadırlara engel çıkarıyordu, havaalanında onlara el koydu. Bu yardımları da dağıtma şansımız olmadı. Doğu ve Güneydoğu'dan, Kürdistan'dan gelen yardımları buradaki bazı gruplar, çeteler gasp ettiler. O yardımlar halkımıza ulaştırılamadı. 15-20 gün böyle sıkıntılar yaşadık. Daha sonra Van altı bölgeye ayrıldı. Bu altı bölgede faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Bir sistem oturtulmaya çalışıldı. Belediyenin zaten üç tane binası vardı, o binalar da yıkıldı. Gelen düzenli gelirlerden de mahrum kaldı. Bu yardımlar bölge çadırları üzerinden koordine edilmeye çalışıldı. Yaklaşık 40 gündür bu faaliyetleri yürütmeye çalışıyoruz. Gelen yardımlar gönüllü öğrenciler tarafından ev ev, sokak sokak mahalle mahalle tesbit edilerek dağıtılıyor. Tabii eksik yanlarımız çok. Maddi eksikler var. Valilik belediye ile çalışmak istemedi. Aslında Başbakan'ın da buna müdahale etmesi gerekiyordu. Sonuçta hepimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin vatandaşıyız. Bu gelen yardımların hepsinin halka düzenli şekilde dağıtılması gerekiyordu. Ama her nedense bir türlü dağıtılmadı. Bu halka gerekli ilgi, şefkat, merhamet gösterilmedi. Bu, devlet ve hükümet açısından büyük bir eksiklik.
Çok göç oldu mu?
Abdurrahim: Tabii, resmi kanallardan devletin Batı illerine gönderdiği aileler oldu, onlar da sahipsiz bırakıldı, gerekli imkânlar sağlanmadı. Geri dönmeye de imkânları yok. Belediye üzerinden, parti üzerinden gönderilen vatandaşlarımız ise BDP belediyeleri tarafından, oradaki halk tarafından sahiplenildi. Altı ay boyunca ne kira ne elektrik parası ödediler. Gıda vb. bütün masrafları altı ay boyunca karşılanıyor.
Keşke en başta bu insanlar devlet tarafından sahiplenilseydi de yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmasaydı. Yaklaşık 70 gündür buraya sanırım 17.000 tane konteynır gelmiş, halen hiçbir insanımız bunların içinde yaşamıyor.
Organize mi edilmiyor, insanlar mahallelerinden ayrılmak mı istemiyorlar?
Abdurrahim: Van'a bir hırsız çetesi girmiş, halkı endişelendiren o oluyor. Halk diyor, evlerimizden uzaklaşmak istemiyoruz, verilecekse bize evlerimizin önünde, yakınında konteynır veya çadır verilsin. Valilik ve AKP de bunu kabul etmiyor, konteynırkentlerde veya çadırkentlerde yaşayın diyor. Halk da bunu istemiyor. Konteynırların çoğu boş durumda. Aslında her mahalleye bir konteynırkent kurulabilirdi veya insanlar tek tek tesbit edilip onlara konteynır da verilebilirdi.
Bir de şunu duyduk, hükümetin kuracağı çadırkenler askeriyenin kontrolünde olacağı için oralarda kalmak istemeyenler de var...
Abdurrahim: Bize öyle duyumlar da geldi. Halkın buna tepkisi var. Bugüne kadar her bir evin önünde bir asker, polis var mıydı? Yok... Böyle bir doğal afette gelip polisin, askerin tek tek evlerimizin önünde durup bizi korumasına ihtiyacımız yok. Daha doğrusu, bu gerekli bir önlem değil.
Çadırkentlerin, yaşanacak altyapı sıkıntısından dolayı önerildiği de söyleniyor, bu geçerli bir sebep mi?
Abdurrahim: Bu bir bahane çünkü insanlarımız gündüzleri evlerine girip ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Akşam olunca deprem korkusundan dolayı çadırlarında yatıyorlar.
Burhan Özevli: Ben de bir şeyler eklemek istiyorum. Öncelikle bu deprem felaketinde yaralananlara şifa, hayatını kaybedenlere Allah'tan rahmet, yakınlarına da sabırlar diliyoruz. Depremden bu yana en temel sorunlardan biri olan sağlık konusunda henüz bir şey yapılmadı. Daha bir sahra hastanesi veya sahra çadırı kurulmamış. Ama bizi yönetenler sürekli TV'ye çıkıp böyle böyle adımlar attık diyor... Maalesef böyle bir ciddiyet söz konusu değil. Şu an Van altı bölgeye ayrıldı, 16 merkezde yemek dağıtımı yapılıyor, gönüllü arkadaşlarımız gece gündüz çalışıyorlar. Yılbaşından itibaren bu yemek dağıtımı kuru gıdaya çevriliyor. Yemek pişirme imkânı olmayan ailelere de aş merkezi tarafından yine yemek ulaştırılacak.
Zaman ayırdığınız için teşekkürler, kolay gelsin...
VAN-SEYRANTEPE HALKEVİ GÖNÜLLÜLERİ İLE SÖYLEŞİ
Elçin Gül: Öncelikle çok teşekkür ederiz. Ben bu çadırlar ilk kurulduğundan beri buradayım, yardımcı oluyorum. Gönüllüleri çadırımıza davet ediyoruz, onlarla ilgileniyoruz, yardım ediyoruz. Çadırları beraber kurduk. Çocuklar için çok güzel bir proje oldu. Çocukların dışarıda oynamasını engelledi. Burada konteynır falan verdiler. Biz orada beş çadır kaldık. Ama bize konteynır vermediler, "yok" dediler. Gidip gördük ki gerçekten durumu iyi olanlar konteynırlarda oturuyor. Durumu iyi olmayanlar çadırlarda kalıyorlar. Sürekli çadırlar yanıyor, insanlar ölüyor. Yani gerçekten çok haksızlık yaptılar burada. Eğer bize de konteynır verseydiler bu yangınlar da, ölüler de olmazdı. Bizim çadırlara herhangi bir yardım da vermediler. Yardım da istemiyoruz sadece bize bir konteynır verselerdi, en azından o çıkan yangınlardan korkmazdık. Çadırlarda oturamıyoruz artık. Biz iki gündür evimize geçtik. Geçenlerde bizim bir akrabanın çadırı yandı. Altı kişi bir çadırda kalıyorlardı. Dört kişi öldü, biri şu an makinaya bağlı yaşıyor, birinin yani evin beyinin zaten elleri, yüzü falan yanmış durumda. Gerçekten çok acı bir durum oldu. İnsanlar korkuyorlar artık çadırlarda oturmaya. Bizim bir komşularımız vardı, onlarla birlikte gittik konteynır istemeye. Bize "yok" dediler. Bizim komşuya o sırada hemen bir telefon geldi, dört tane konteynır hemen verildi onlara. Bize de bir tane verseydiler... Bir de hırsızlar var. Kimisi çadırı bıçakla yırtıyor, kimisi sobanın bacasından içeriye ilaç atıp içeridekileri bayıltıyor, kimisi kızlara tecavüz ediyor. Yani gerçekten çok zor bir durumdayız. Biz de artık tüm bunlardan dolayı evimize geri döndük. İki gündür evimizde oturuyoruz. Seyrantepe İstasyonu'nda oturuyoruz.
Eviniz sağlam mı peki?
Elçin: Bazı çatlaklar var ama gelip baktılar, "oturabilirsiniz" dediler.
Komşularınız da mı evlerine döndüler?
Elçin: Yok onlar çıkmadılar, çadırdalar. Ama çok korkuyorlar yanan çadırlardan, hırsızlardan. Evlerine giremiyorlar. Bazılarının evleri yıkık ama Mevlana Evleri'nden vermediler. Şu an gidip baksanız hep durumu iyi olanlara vermişler
Mevlana Evleri nasıl evler?
Elçin: Mevlana Evleri ufak evler işte. Önce "çatısından su damlıyor" dediler, sonra "biz bu kırmızı yerleri bantladık, artık su gelmiyor" dediler. Orada da maddi durumu iyi olanlar kalıyor. Yani torpilli olanlar kalıyor. Burdakilerin hiçbirine, mesela bizim aileden ya da mahalleden hiçbirimize vermediler. Ama gerçekten haksızlık ettiler. Biz gidince "bitti, yok" diyorlar ama hâlâ diğerlerine vermeye devam ediyorlar. Bazıları var ki evlere geçmişler ama sırf yardım gelsin diye çadırlarını kaldırmıyorlar. Gidip baksanız çadırları bomboş. Yardım olduğu zaman hemen herkes çadırına geliyor. Biz de dediğim gibi korkumuzdan evimize geri döndük. Erkeklerimiz dönüşümlü olarak hep nöbet tutuyorlar.
Sen bu çadırlarda çocuklarla gönüllü olarak çalışıyorsun değil mi?
Elçin: Evet ilk günden beri gönüllü olarak çalışıyorum.
Peki kolay gelsin...
Mustafa, Halkevleri olarak ne zaman başladınız bu çalışmaya, bu zamana kadar neler yaptınız?
Mustafa Eberliköse: Biz depremin hemen ardından Van kurtarma ekibi olarak bu bölgeye geldik. Yıkımlardan insan çıkarılmasında, buraya gönderilen yardımların dağıtılmasında görev aldık. Ardından buraya ilişkin ne yapabilirizi düşünürken, çocukların oynayabileceği, eğitimlerini sürdürebilecekleri bir yer açmanın daha uygun olacağına karar verdik. Yaklaşık bir ay oldu burayı açalı. Beş tane çadırımız var. En büyük çadırımız 100 m2. Onun içine bir oyun salonu yaptık; işte salıncak, kızak, masa tenisi falan koyduk. Onun yanında 60 m2'lik, drama çalışmalarımızı yaptığımız bir çadırımız var. Onun dışında üç tane de 56 m2'lik çadırlarımız var. İki tanesini sınıf olarak kullanıyoruz. Resim ve müzik dersleri yapıyoruz o sınıflarda. Bir tanesinde de sizin gibi gönüllü gelen arkadaşlarımız kalıyor. Sabah 09.00 ile öğleden sonra 15.00 arası çocuklara aktivite yaptırılıyor. Çeşitli derslerimiz oluyor. Gönüllü arkadaşlarımızın yetenekleri doğrultusunda dersler veriliyor. Bugüne kadar müzik korosu, film çekimi, fotoğrafçılık, drama, resim ve matematik gibi derslerimiz oldu. Bu dersleri gönüllü arkadaşlarımız veriyorlar. Akşamları oturuyoruz, günün değerlendirmesini yapıyoruz ve bir rapor haline getiriyoruz. Bir sonraki gün “hangi dersi yapalım”ı, “hangisi daha uygun olur”u, “çocuklarımız ne istiyor”u konuşuyoruz. Ona göre ders programını belirlemeye çalışıyoruz. Bir yandan da çocukları çok da fazla sıkmak istemiyoruz burada. Daha özgür dersler yapmaya çalışıyoruz. Çocuklar kendi istedikleri gibi derslere giriyorlar, çıkıyorlar, kafalarına göre takılıyorlar. Mesela resim yapıyorlar, resimleri bitince "hocam oyun oynamaya gidebilir miyiz?" diyorlar.
Peki Seyrantepe'de ne tür sıkıntılar yaşıyorsunuz, gözlemleriniz neler?
Mustafa: Aslında bu bölge ciddi anlamda yoksul bir bölge. Gecekonduların ağırlıklı olduğu bir bölge. Daha önceki belediyeler arsa tahsis etmiş ama ruhsat verilmemiş. Gecekondu bölgesi olduğu için depremden sonra hiçbir haktan yararlanamıyorlar. Evlerin hepsi çatlamış, hasar görmüş durumda. Hasar raporları var ama mülk sahibi olmadıkları için kendilerine çadırkentlerde, konteynırlarda ev verilmiyor. Çoğunlukla evlerinin önüne kurdukları derme çatma çadırlarda kalıyorlar. Bir de aslında biz burada depremin görünmeyen yüzünü gördük. Görünen yüzünde tahribatlar var, yıkılmış evler, evsizlikler var. Ama bunun da ötesinde burada işsizlik ciddi bir boyutta. Bu bölgede pek çok insan deprem sonrası işsiz kalmış. Mesela bu bölgede bir arkadaşımız var, Aras Kargo'da çalışıyordu. Deprem sonrası buradaki göç vs. gibi nedenlerden dolayı Aras Kargo "çok çalışana ihtiyacımız yok" diyerek bir sürü insanı işten çıkarmış. Ya da hurdacılıkla uğraşan bir abimiz vardı, çocuğu geliyordu buraya, toplayamıyormuş hiçbir şey. Aynı şekilde inşaatta çalışan da işsiz. Ciddi bir işsizlik var yani. Bir taraftan ev sahibi hakları verilmiyor, bir mağduriyet var; bir taraftan da işsizler, gelen yardımlarla geçinmek zorundalar. Yardımlar da çok düzenli gelmiyor. İşte hemen bu mahallenin yakınında Mevlana Evleri diye bir depremevi kuruldu. Oradan bu mahallede yaşayan hiç kimseye ev verilmedi. Verilmediği gibi buradaki insanları bir dışlama, öteleme de var. İşte bu Mevlana Evleri'nin girişine-çıkışına asker koymuşlar. Orada yaşayan herkese kart vermişler. O kartlarla içeri giriş yapılabiliyor. Buraya oradan da çocuklar geliyor. Hepsinin boynunda o kartlardan var, bütün gün o kartlarla dolaşıyor çocuklar. Oraya girmek istediğinizde asker izin vermiyor. Eğer kartınız yoksa giremiyorsunuz. Bir elitist bölge çizmişler. Bu taraftaki halk ciddi yoksulluk çekiyor, evlerinde kalamıyorlar, evlerinin önündeki derme çatma çadırlarda kalıyorlar, sobalarla ısınmaya çalışıyorlar. Diğer tarafta ise daha üst bir tabaka var görünürde. Tabii bu çelişkiyi de yaşıyor insanlar burada ister istemez. Böyle yani...
Buradaki gönüllü sayısıyla ilgili de bir sıkıntı var galiba?
Mustafa: Evet. Biz burada şu anda altı kişiyiz. Halkevi'nden iki kişiyiz, geri kalanlar gönüllü olarak gelmiş arkadaşlar. Gönüllü arkadaşlar kendi programlarına göre geliyorlar, 10-15 gün burada kalıyorlar. Günlük derslere giriyorlar, yardımcı olmaya çalışıyorlar buradaki çocuklara. Çünkü burada okullar açılmadığı için çocukların ciddi ihtiyaçları var. Okulların açılacağı söylendi bugün ama çarşambaya ertelenmiş. Zaten bu yakında bir okul var, biz kendimiz gördük, kolonları çatlamıştı okulun. Üzerini boyadılar, orada eğitime başlamayı düşünüyorlar. Buradaki ailelerin hepsi tepkili bu duruma. Çünkü gördüler okulun durumunu. Hiçbiri çocuğunu buraya göndermekten yana değil. Bu anlamda bir hafta-on gününü ayırıp ne kadar çok insan gönüllü olarak buraya gelebilirse o kadar iyi. Burada çocuklara yardımcı olmak çok güzel. Bizdeki birikimi, bilgiyi, yeteneği onlarla paylaşabilmek, onlara bir şeyler katabilmek çok önemli. O yüzden herkesi buraya davet ediyorum. Yani en azından bu yıl yapacakları tatilin on gününü buraya ayırsalar bile yeter.
Teşekkürler, kolay gelsin...
VAN KADIN SORUNLARINI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ (VAKASUM) İLE SÖYLEŞİ
Merhaba, öncelikle VAKASUM'u biraz tanımak isteriz...
Ceyhan Timur: 1 Ocak 2010’da belediyeden geçen bir proje bu. 10 Ekim’de de resmi açılışı yapıldı. Ortalama 1,5 yıldır aktif olarak çalışan bir kurum bu. E tabii, ilk etapta amacı kadına yönelik şiddetle mücadele etmek. Bunun yanında kadını sosyo-ekonomik, kültürel, psikolojik anlamda desteklemek, kadını kendi kendine yeter hale getirmek, güçlendirmek, belki de kadın bilinci etrafında örgütlemek, bir dayanışma ağı yaratmak, kadınların kendi kendini ifade edebilmesi ya da kendi kendini gerçekleştirmesi için bir alan oluşturmak… Hepimizin bildiği gibi bölgede kadına yönelik şiddet, taciz ve kadın cinayetleri çok fazla. Bunun önüne geçebilmek için çalışmalar yürütmek gerekiyor. En temel kaygı zaten bunun üzerinde. Bir de toplumu, aileyi düzenleyen, yaşamı üreten bir pozisyonda olmasına rağmen, sürekli emeği sömürülen, hiçleştirilen, ikincil konuma itilendir kadın. O yüzden, hem sömürüyü ortadan kaldırmak, hem kadına yönelik bu baskı ve sömürü aygıtlarını bertaraf etmek ve buna dair mücadele stratejileri belirlemek üzere kurulmuş bir kurum. Biz bu noktada hareket ediyoruz. Bunun dışında çalışma modelinden bahsetmek gerekiyor. Belediyeler Kanunu’nun öngördüğü bir şey var. Bütün belediyeler Kadın Danışma Merkezleri ve sığınma evleri açmak zorundalar. Nüfusu 50.000’den fazla olan belediyeler sığınma evi açmak zorundalar. Van Belediyesi de bu durumda. Bir koordinatör, sosyolog, psikolog ve hukukçudan oluşan ve bir sekreteryanın yer aldığı bir kurum bu. Kadının hem sosyolojik, hem psikolojik hem de hukuksal boyutlarıyla sorunlarını tesbit eden bir yapı bu.
Deprem öncesinde bu çalışmaları yapıyorduk. Fakat sığınma evlerinde daha farklı bir mantık yaratmak üzere projeyi biraz beklettik. Çünkü araştırma yaptığımız diğer sığınma evlerinin kendi içinde başka bir şiddet sarmalı yarattığını fark ettik. Orada sağlıklı ilişkiler ya da kadını güçlendirmeye çalışan bir yapı yok. Kadının ölüm riskini ya da yaşam riskini ortadan kaldırmaya çalışıyorsun. Ama ilerisi için bir çıkış oluşturmuyorsun. Kadınlar için özgür yaşam alanları yaratmak, kadınların can güvenliğini ya da ölüm riskini ortadan kaldırmak, geleceğe dair de önlerine bir şey koyabilmeleri için eğitildikleri, kendilerini eğitebildikleri ya da meslek edinmek üzere kendilerini keşfedebildikleri bir alan oluşturabilmek üzere planlamaya çalıştığımız bir sığınma evi modeli vardı. Bu tartışmalar üzerine giden bir süreç vardı. Uygun mekânların bulunması için çalışılıyordu. Ama depremle birlikte bu gündemde değil şu anda. Bu tür vakalarımız vardı tabii, ama bu kadınları Diyarbakır ya da Batman'daki sığınma evlerine yönlendirdik.
Deprem sonrasında neler yaptınız? Kadınların durumu nasıl?
Deprem sonrasında Belediye’nin kriz masası ile birlikte çalışmaya başladık. Deprem sadece kadınları değil, tüm bireyleri etkileyen bir afetti. Ve o afetin yönetiminde biz kadınların da rol alması gerekiyordu. Deprem öncesinde kadınların konumunu zaten biliyoruz. Böyle bir afetin onların yaşamını nasıl etkilebileceğini de en iyi biz bilebiliriz. Hem koordinasyonda hem de bu işin eylem noktasında yer almaya çalıştık. İlk etapta hatta, depremden birkaç gün sonra 15 kişiden oluşan bir kadın ekibi oluşturduk. Gebe olan ve erken doğum riski olan kadınlar vardı. Yeni doğum yapmış olan hatta deprem anında doğum yapan kadınlar vardı. Bu kadınların barınmaya, ısınmaya ve hijyenik bir ortama ihtiyaçları vardı. Bu kadınların ihtiyaçları tesbit edildi ve yardım paketleri hazırlandı. Doğum için hazırlık yapamamışlardı ya da yapmışlarsa bile hazırladıkları malzemeler enkaz altında kaldığı ya da kadınlar binayı kullanamadığı için, hijyen malzameleri, battaniye, soba ve temin edebildiğimiz sürece çadır sağlamaya çalıştık bu kadınlara. Bir ay boyunca bu şekilde çalıştık. Daha sonra Belediye Kriz Masası'ndan ayrıldık ve kendi kurumumuz VAKASUM olarak çalışmaya başladık. Oluşturduğumuz bir tesbit formu vardı. Haneleri ziyaret etmeye ve haneleri kadınlar üzerinden güçlendirmeye karar verdik. Çünkü evdeki erkekle konuştuğunuz zaman erkek, evdeki kadının, çocuğun, yaşlıların ya da engellilerin ihtiyaçlarını belirtmiyor. Genel olarak hane ihtiyaçlarını, gıda, çadır gibi ihtiyaçları sıralıyordu. Kadınla görüştüğümüzde kadın, evdeki çocuğun altını ıslatıp ıslatmadığını biliyor. O yüzden bebek bezi ya da evde engellisi varsa hasta yatak bezi ya da kendine dönük olarak kadın pedi vb. talepleri oluyor. Evin başka bir ihtiyacı varsa bunu bilen yine kadın oluyor. Çünkü orayı da düzenleyen kadın. Bu yüzden haneye yardım yapılacaksa kadını muhatap alarak daha doğru tespitler yapıp, daha doğru yardım paketleri hazırlamak üzerinde çalışmalar yürüttük. Daha sonra kadın ve çocuklara özgü çalışmalarımıza geri döndük. Çünkü bir süre sonra Belediye de bu genel tesbitleri kullanmaya başladı. Onlar genel dağıtımları bu çerçevede yapıyordu. Gıda, çadır ve battaniye yardımlarını belediye yapıyordu. Kadın ve çocuk paketlerini biz hazırlamaya başladık. Tekrar kadınları ziyaret etmeye başladık. Bu sadece yardım dağıtmak için değildi, yalnız olmadıklarını görmelerini de sağlamak istiyorduk. Biz de depremzedeydik ve onlarla konuştuğumuzda rahatlıyorduk. Bir moral kaynağı yaratmak istiyorduk. Bir de gerçek koşulları görmek gerekiyordu. Herkesin sürekli konuştuğu koşullar, tüm kadınlar için geçerli olmayabilir. Böyle süreçlerde herkes söz sahibi olduğunu söylemeye başlıyor ve inanılmaz bir bilgi kirliliği meydana geliyor. Biz kendi ürettiğimiz bilgi üzerinden insanlara ulaşmayı tercih ettik. Yardım paketleri hazırladıktan sonra, kendi aramızda bundan sonra ne yapmak gerektiğine dair değerlendirmeler yapıyorduk. Eleştirdiğimiz şeylerden biri, yaratılan sadaka kültürüydü. Bu, insanın üretkenliğini ve bilincini körelten bir şey. Bağımlı, yaşamını dönüştürmeyen, itaatkâr, çok da sorgulamayan kitleler yaratmaya başlıyor bu algı. Bizim bunu tekrar yaratmamamız ya da bu algıyı beslemememiz gerekiyor. Bir de insanları yardım ve deprem psikolojisinden uzaklaştırıp, yaşamlarını normale döndüren ve kendi öz güçlerini ortaya koyabilecekleri neler yaparız diye tartışmaya başladık. Örneğin, banyo ya da tuvalet problemleri vardı gittiğimiz bölgelerde. Ancak her bölgede bir ya da birkaç ev tuvalet ya da banyo olarak kullanılabilirdi. İnsanların kolektif yaşamı inşa etmeleri için fikir verdik: “En azından bir ev belirleyin. Orada herkes banyo ya da tuvalet ihtiyaçlarını karşılayabilir...” Ya da belediyeye başvurularak taşınabilir tuvaletler getirtilebileceği konuşuldu. Çünkü şunu da gördük: Bir köye gittik. Hiç gidilmeyen bir köydü. Ne Valilik, ne de Belediye gitmişti. Ama köylüler kendi kendilerine barakalar yapmışlar, kendi ellerindeki gıda malzemelerini ortak paylaşmaya başlamışlar. Yani aslında belki ilk acil ve riskli durumlar dışında müdahale etmesek, insanlar kendi kendilerine bir şeyler yapabilecekti. En azından kendi öz güçlerini ortaya koyacaklardı. En azından yardımların dağıtımında daha adil, daha eşitlikçi bir durum da ortaya çıkabilirdi. Bu da bizim için iyi bir örnekti. Ayrıca DÖK olarak planlanan, kadınlara dönük bir psikolojik destek programımız vardı. İki üç kişi üzerinden gidebilecek çalışmalar değildi bunlar. Kadın merkezleri dönüşümlü olarak bize destek sunmaya başladılar. İlk etapta Tatvan'daki Güneş Kadın Merkezi geldi. Daha sonra Siirt’teki Berfin Kadın Merkezi geldi. Daha sonra Diyarbakır’daki DİKASUM ve Ceren Kadın Merkezi geldi. Mersin İŞTAR’daki psikolog ve ebe arkadaş geldi. Onlarla 09.30-12.30 arası çocukların travma ile mücadele etmeleri üzerinden etkinlikler düzenlendi. Öğleden sonra da kadınlara psikolojik danışmanlık yapıldı. Bunun yanında ebe de kadın sağlığı ve hijyen üzerinden sunumlar yaptı. Oradaki paylaşımlarda şunu fark ettik: Kadınlar koltuk altı ve vücut tüylerini almak istiyorlar. Bu tüyler enfeksiyon riskini artırıyor. Ağda yapabilme durumlarını da sorduk. Aslında eldiven kullanıyorlar bunun için. Ama burada eldiven yok ve bunu yapabilecekleri bir alan da yok. Demek ki eldiven bulmak lazım ve kadınlar için özel bir alan yaratmak gerekiyor. Tabii tek problem bu da değil. Kadınlar stres ve korkudan kaynaklı olarak bağırsak problemleri yaşıyor, kabızlık yaşıyor. Sağlıkçı arkadaşımız bilgilendirmeler yaptı. Enfeksiyona bağlı hastalıklar çok fazlaydı. Kadınlar çadıra girdiklerinde ağabeylerinden ya da babalarından nefret ettiklerini söylüyorlardı. Küçük bir alandasın ve herkes tıkış tıkış orada kalmak zorunda. Kendi evinde de ortak kullandığın bir oda var. Ama gerektiğinde başka bir odaya ya da mutfağa geçebiliyorsun. Diyorlardı ki, bizim kadınlar olarak bir araya gelip sohbet edebileceğimiz ya da kendimiz için bir şey yapabileceğimiz bir alan yok. Kadınların kendilerine dönük bir şeyler yapabileceği bir yaşam alanı kalmamıştı. Bunun için de bir şeyler planladık. Her ne kadar henüz gerçekleşemese de bu projelendirilebilir mi diye baktık. Kendi kaynaklarımızla bunu ne kadar oluşturabiliriz diye bakıyoruz. Bir de hem sağlık hem de psikolojik problemlere ilişkin tesbitlerimiz var. Zaten raporumuzu da hazırlıyoruz. Bu 2,5 ay boyunca kadınların yaşadıklarını, kadınların profillerini ve deprem sürecinin hem sağlıkla ilgili hem de psikolojik ya da sosyolojik yönlerini ortaya koyabilecek tesbitlerimizi yayınlayabileceğimiz bir rapor hazırlıyoruz.
Bahsettiğiniz gibi aslında az kadın çalışıyor burada. Kadın dernekleri destek oluyor ama gönüllü ihtiyacı da var sanırım…
Emine Bozkurt: Kesinlikle var. Buradaki iş birkaç kişi ile olmuyor. Bir de deprem sonrasında birçok kadın arkadaşımız göç etmek zorunda kaldı. Ya da çocuklarını alıp başka yere götürmek zorunda kaldı. İlk başta depremi yaşarken, kendimiz de yaşadığımız için, bununla başedebiliriz psikolojisine girdik, hiçbir şey olmamış gibi hissediyorduk, her şeye el atabiliriz gibi görüyorduk kendimizi. Ama bir süre sonra tükeniyorsun. Bu nedenle de gönüllülere çok ihtiyacımız var. Van dışından gelen, mesela Ankara’dan gelen gönüllü arkadaşlar genellikle “kadın yapısı”na gelmiyorlar. Bu anlamda kadın yapısı yalnız kaldı. Belediyelerimizde çalışan gönüllü arkadaşların birçoğu çıkıp geldi. Ama ondan sonra kadın dayanışma merkezleri ile bir planlamaya gittikten sonra fark ettik ki, bir aileye bir yardım paketi dağıtmaktansa, bir aileye bir ekiple gidip oturduğunda daha farklı bir şey oluyor. Mesela annelerin durumu beni çok etkiliyordu. “Kadınların bizi sorması, kadınların gelip bizi sahiplenmesi bizi rahatlatıyor” diyorlardı. Biz daha çok kadın yapısıyla bunları yapabildik. VAKASUM olarak biz iki kişi çalışıyoruz. Biz de bir ara ne yapabileceğimizi konuştuk. Çadırı buraya kurduğumuzda gelen kadınlar sanki evlerine geliyormuş gibi, bir kurumları var. En azından gece bizi ziyarete gelebiliyorlar. Kadın, eşine rahatlıkla gelip bir çayımızı içeceğini söyleyebiliyor. Daha önce de sivil toplum örgütleriyle planlamalarımız vardı. Ama depremden sonra bire bir her şeyden kopuyoruz. Ceyhan arkadaş dedi ya, kadınların bir evi vardı ve o evde yaşayabiliyorlardı. Biz de şimdi aynı durumdayız. Belli bir adresimiz vardı. Belli bir zamana kadar kurumdan da koptuk. En çok genelin çalışmalarına dahil olduk. Ama sonra bu çadırı kurduk.
Duyuldu değil mi çadır? Kadınlar gelip gidiyorlar...
Emine: Kadınlar birlikte gelip ziyaret ediyorlar bizi. Bir büromuz yok ama bir çadırımız var dediğimizde kadınlar gelebiliyor. Ben bir Vanlı olarak, Van’ı çok seviyorum fakat Van sanki bir erkek eliyle yaratılmış. Üzgünüz deprem olduğu için ama aynı zamanda umutluyuz. Kadının eliyle bir kent yaratılabilir. Işıklandırmadan tutun mesela parklara kadar. Belki Van’ı gezmişsinizdir. Parklara en çok erkek isimleri verilmiş. Biz eğer yeni bir şehir oluşturulacaksa, yerel yönetimleri zorlayıp, kadın isimlerini kullanmayı, kadın rengiyle bir kentin oluşmasını da istiyoruz. Bu bir park olabilir. Kadınların resmini ya da ismini taşıyabilecek parklar oluşturabiliriz. Burada VAKASUM bunu kendine hedef olarak belirliyor. Van bir hayalet kent olmaktan çıkartılıp gerçekten bu coğrafyaya yakışan, güzel bir şehir olarak tekrardan yaratılabilir diye düşünüyoruz. Bu sadece VAKASUM ile olmaz. Burada sizin de bildiğiniz gibi yerel yönetimlerde çalışan çok kadın arkadaşımız var. O demokrasinin bir ayağını oluşturmuşuz ama görselliğe baktığımızda, bu ilerlemenin görselliğe de taşınması gerektiğini düşünüyoruz.
Kenti biz kuracağız diyorsunuz…
Emine: Sizlerin de desteğiyle Van’a artık kadın rengini vermeliyiz.
Ceyhan: Öncesinde de Van kentine dair tartışmalarımız vardı. Van bir beton şehre dönüşmeye başladı. Çünkü Van’ın tarihsel yapısına baktığınız zaman Ermeniler döneminden inanılmaz yeşil alanlar, üzüm bağları varmış. Bostanları, kavunları ile ünlü iken bakıyorsun bunların hiçbiri yok. Kes yapıştırlarla kenti inşa ediyorlar. Bu orta sınıf için sermayeye dönüştü. Parayı bastıran alanı alıyor ve istediği gibi parayı bastırıp betonu dikebiliyor. Bunu bu süreçte söylememek lazım ama biraz depreme seviniyorsun. O beton yığınlarından kurtulup toplumsal yapıya uygun, doğaya uygun, insani olarak ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir kent planlamak lazım. Onun üzerine de tartışıyorduk, buraya kadın rengini ne kadar verebiliriz. Kadın rengini tartışmak lazım. Kadın rengi oraya bir kadını koymak değil. Daha işler hale gelmesi, belki altyapıyı hazırlarken bile bunun dikkate alınması gerekiyor ki, bu insanların ihtiyaçlarını karşılayabilsin. Belediyede bir komisyon kuruldu, ki ben de sosyolog olarak burada yer alıyorum. Mimarlar, inşaat mühendisi arkadaşlar var. 10 kişiler. Belediyede bir üst komisyon kurulmuş ve onlar muhatap alınmamış. Aslında bu işin etkin olan kişileri onlar. Bir de ranta dönüşmeden, dayatmacı bir politikaya dönüşmeden biz kenti nasıl inşa edebiliriz, biz nasıl bir alternatif oluşturabiliriz? Bunun altyapısı, harcı, malzemesi oluşturulacak ama halka da sorulacak. Halkın bilinçlendirilmesi sağlanacak. Aslında herkes nasıl bir kent istediğinin farkında değil. Bir kent nasıl olmalıdır bunu da çok bilmiyor. İnsanlara bunu sorgulatmak gerekiyor. “Bir dakika ya, herkes kafamıza bir şey dikiyor” dedirtmek lazım. Bu gerçekten olması gereken şey mi? Buradaki geniş aileler ya da sosyal ilişkiler, TOKİ yapılarını kaldırabilecek ilişkiler değil. O ufak kutuların içine o geniş aileleri sokmak tamamen bir işkence, hatta başka bir hayat biçimini dayatmak demektir. Kendi içinde farklı bir dönüşüm yaratır. Bunun risklerini görmek lazım. Bunun üzerinden hem halkı bilinçlendirmek, sorgulatmak hem de onları bu işin içine dahil etmek üzerine düşünmek lazım. Onlara alternatif bir model sunmak, “şöyle yaparsak aslında kenti, çok daha iyi bir şey olabilir diye düşünüyoruz, siz ne düşünüyorsunuz?” diye sormak lazım. Bu tür şeyler tartışılıyor şimdi. Bir kadınların geleceği var, bir de Van’ımızın geleceği var. Van’ın geleceği kadınların da geleceği olacak. Buna ne kadar müdahil olabileceğimizi tartışıyoruz. Buna ne kadar yoğunlaşabildik? O da ayrı bir şey. Çünkü 2,5 aydır durup dinlenmeden çalışıyoruz biz. İlk bir ay kriz merkezlerinde çalışıyorken biz sabahladık. Dönüşümlü olarak kalıyorsun, sabaha kadar kalıyorsun orada. Tabii bu bir şey değil. Çünkü senin bir toplumsal iddian var. Bir şeylerin öncülüğünü yapmaya çalışıyorsun. Bu kaygıları taşıyan herkes için geçerli bu. Bu seni ayakta tutuyor. Bir şeyler yapmalısın. O dayanışmayı, o yaşamla mücadeleyi ortaya koyabilmelisin ki, insanlar kendilerine daha farklı dayanaklar yaratabilsin. 2,5 aydır sadece biz değil birçok arkadaşımız aralıksız çalışıyor. İyi bir şeyler yapıyor muyuz? Bilmiyorum, ama en azından bir şey yapıyoruz. Biz de VAKASUM olarak böyle çadır ortamında yaşıyoruz. Daha konteynırımız yok.
Emine: Biz kadın çalışmalarını yürütürken, toplumun bireyleriyiz. Toplumda yaşıyoruz ya da kadınların yaşadıklarını biliyoruz. En azından ben kendim şunu öğrendim. Depremle birlikte birçok şey açığa çıktı. Mesela bir kadın çok yoksuldur. Ama kendi evindedir ve hiçbir şeyi paylaşmıyor. Ama kendi adresini ya da paylaşacak kimseyi bulamayınca susuyor. Aslında depremle beraber bunlar da çok açığa çıktı. Geliyor, başvuruyor, yoksul olduğunu söylüyor. Gidip bakıyorsun, aslında eskiden de yoksulmuş. Birçok travma yaşamış bir kadın, ama deprem bunu görmemize vesile oldu. Burada yanıldığımızı gördük. Eskiden yaşadığım toplum gelişme açısından olsun şöyle bir şeydi: Ceyhan’ın belirttiği gibi, bir yapının içi çok lüks, temiz, çok hijyenik yapılmış olsun, depremden sonra yıkıldığında süslü püslü yapılmış bu yapının altyapısının zayıf olduğunu görüyorsun. Bunun gibi kadının durumu da, toplumun durumu da böyle. Dışarıda gözlemlerken, kadınlar sosyalleşiyor, ekonomik özgürlüğünü kazanmış, şiddete uğramıyor diye bakıyorsun. Ama deprem bunları görmemizi sağladı. Kadın yoksuldur, birçok yanıyla şiddete uğruyor. Dün tanıklık ettiğim bir durum ortaya çıktı. Kadınlar depremi yaşamışlar ama, Allah’ın işidir, diyorlar. Ben evimden çıkamıyorum ama dışarıya da bir çadır dahi kuramıyorum, diyorlar. Sorduğumuzda niye çıkamıyorsun diye, hemen yanı başlarında askeriyenin olduğunu söylüyor; askeriyede o dönemde birçok çocuğun öldüğüne, kazayla, atılan ateşlerle öldüğüne tanıklık etmiş o anne. Diyor ki, “ben bu depremden çok korkmadım. Nasıl dışarıya gideceğim? Yarın öbür gün benim çocuğum askeriyenin teliyle uğraşsa ya da askeriyenin atmış olduğu bir şeyi oyuncak sanarak çadıra getirse ne olur?” Asıl bundan korkuyor. Kadınlar bunu da yaşıyor. Birkaç gündür buradasınız, belki gözlemlemişsinizdir. Birçoğu, “ben çadırda rahat değilim, bir hırsızlık olur diye korkuyoruz, bir can güvenliğimiz yok, bundan sonra ben yaşamımı kurarken nasıl yaşayabilirim? Bundan önce böyleydim, bundan sonra ne olacak?” diye soruyor. Bu kadınların üzerinde böyle çok büyük bir etki de var. Bunu daha sonra sizinle paylaşacağız. Buradaki kadın kuruluşlarını ziyaret ederken, İstanbul'daki bir kadın arkadaş da Van’daki kadınlarla empati kurabilir: Van’daki kadınları nasıl güçlendirebiliriz?
Ceyhan: Beş katlı bir binada bodrum katında kalan bir kadın vardı. Bina riskli, yıkılabilir. Niye çıkmıyorsun, dedik. Sana çadır bulalım dedik. “Çadırım var, ben çadırda yaşayamam” diyor. Cinsel saldırılara maruz kalmış. Tek başına yaşayan bir kadın. Çocuklarıyla yaşıyor. Çadırkentlere de gitmeyi tercih etmiyordu. Biz tek başına yaşayan kadınları, ailesinin yanına, komşusunun yanına sığınmış kadınları tesbit ettik. Orada kalırken bile birilerine yük olma psikolojisinden kaynaklı rahatsız oluyorlar. Daha sonra Van Kilisesi ile görüştük. 4-5 tane çadır temin ettik. Onları KESK’in çadırkentine yerleştirdik. En azından tek başına yaşayan kadınlar orada kalabilsinler diye. Bir kadını oraya yerleştirdik. Birkaç kadına güvenli çadırlardan götürdük. Ya da onları birkaç ailenin olduğu yerlere yerleştirdik. Kendilerini güvende hissedebilsinler diye. Anlatılacak çok şey var da, bir anda hepsini toparlamak çok zor oluyor.
Kadınları kategorize etmek ne kadar doğru değilse de bazen işimizi kolaylaştıran bir kavram. Tek başına olan, eşi ölen, eşi cezaevinde olan ya da terk edilmiş kadınların hem yardımlara erişimi hem de çadırda yaşamaları daha zor. Toplumun bekâr ya da dul olan kadınlara bakışından dolayı bir tedirginlikleri var. Çünkü yardımları dağıtanlar erkekler. Onlarla ilişkiye geçip bir yardım talep edemiyor. Mesela bir köyde, yardımlar dağıtılmış, bir kadına hiçbir şey gitmemiş. Muhtara soruyorlar, “niye bu kadına hiç yardım gitmedi?” “E, gelip almadı ki…” O gelmediyse bile, sonuçta depremzede. İhtiyaçlarını karşılaman lazım. Kadınla görüştüğümüzde, “ben tek başına bir kadınım. Toplum beni yanlış algılar, o yüzden ben yardım almadım” diyor. O yüzden bu yardımların kadın eliyle dağıtılması da çok anlamlı. Kadınlar kendini daha rahat ifade edebiliyor, daha rahat talep edebiliyor.
Hırsızlıkla ya da cinsel saldırılarla ilgili söylentiler de çok yayıldı. O yüzden çadır yaşamını çok tercih etmemeye başladılar. Bir de bu kadınların depremden önce de bir hayatı vardı. O zaman da devam eden problemleri vardı. Bunlar depremle ortadan kalkmıyor ya da ertelenmiyor. Şiddete maruz kalan bir gelin vardı. KESK’in çadırında gönüllü arkadaşlar çalışma yaparken bir kavgaya tanıklık ediyorlar. Bir çocuk ortalarında. Kadınlar çekiştiriyor. Sonra aile ile görüşüyorlar. Gelinle kaynana arasında bir geçimsizlik var. Hatta görümcelerle de… Kadın öfkelenmiş, ben ailemin yanına Mersin’e gideceğim demiş. Nasıl gideceksin bu soğukta, bu karanlıkta demişler. Öncesine dayanan geçinememe durumları var. Yoksul bir aile ayrıca. 11 kişiler. Durumları hiç iyi değil. Zaten yoksulluk her zaman her türlü şiddeti besleyen bir durum. Maddi koşullar o nedenle çok daha önemli. Maddi koşulları düzelttiğiniz zaman bazı problemlerin aşılmasına daha çok öncülük edebilirsiniz.
Aile kiracıymış. Ev sahibinin evi yıkılmış. Onları evden atıyor ve kendi evi sağlam diye o eve geçiyor. Ailenin kaldığı yerde yaşam çok zor. Bir direk var, etrafına brandayı çevirmişler. Odun sobası var. Odun sobasını yaktıkça, branda terleme yapıyor. Yerdeki battaniye ve bütün halılar ıslanıyor. Çocuk var, bebek var. Bebek bronşite yakalanmış. Bir buçuk yaşındaki kız astım hastası olmuş. Tüm mahallede hastalıklar var. Aile ile biraz görüştük. Bu tartışmalar, bu geçinememe, birbirini sevmeme durumu, her şeyi daha da zorlaştırıyor. Belli yardım paketleri götürdük ama sonra düşündük. Mersin’e taşınmak istiyorsa Mersin ile iletişime geçelim, dedik. Daha önceden Mersin’den arayıp, evimiz var, altı aileye bakabiliriz, diyen aileler vardı. Çünkü çocukların yaşam koşullarının düzeltilmesi lazım. Biri astım, biri bronşit ve bronşitin de astıma dönmesi çok mümkün. Biraz da ailenin psikolojisinin rahatlaması lazım. Bir kere oradaki maddi koşulların değişmesi gerekiyordu. Mersin’dekileri aradık. Onları gönderdik. Her aradığında teşekkür ediyor insanlar. Maddi koşulları biraz daha iyi.
Bir de engelli ya da yaşlılara bakan kadınların durumu çok zor. Onlar, bakım işlerinden de sorumlular… O kadınların yükünü hafifletmek önemli. Ne yapabilirdik o kadınların durumunu hafifletmek için? Örneğin, Bahçıvan Mahallesi depremden etkilenen ve hiç kimsenin gitmediği bir mahalleydi. Herkesin gittiği mahallelere gitmedik biz, gidilmeyen yerleri keşfetmeye başladık. Gittiğimiz bu mahallede, 20 yaşında otizm hastası çocukları olan bir aile vardı. Sürekli bağırıp çağırıyormuş çocuk. Çadırda yaşam alanı daralınca durum iyice zorlaşmış. Aile de çok yoksul. İl dışına çıkamamışlar ya da başka imkânlar yaratamamışlar kendilerine. O kadının mağduriyetini ortadan kaldırmak için hem de o aileye yardımcı olmak için Doğubeyazıt’a yönlendirdik onları. Şu an kaloriferli bir dairedeler. Bütün ihtiyaçları karşılanıyor. Arıyorlar ve teşekkür ediyorlar. Bunlar zaten yapmamız gereken şeyler tabii, teşekkür beklentimiz yok.
Bu tür sorunları gezerek görmek lazım. Mesela makineye bağlı hastalar var. Bunlar çadır ortamında bile kalabilecek insanlar değil. Yapılan zorunlu göçe zaten karşıydık. Göç kendi içinde bir travma yaratıyor. İkinci defa zorunlu göçe maruz kalan insanlar vardı. Bir de göçle giden insanları takip edemiyorsun, nasıl zorluklarla karşı karşıya kaldıklarını bilemiyorsun. Tabii, Valilik’in gönderdiği 2000-3000 aile geri döndü, otogarda yaptığımız görüşmelere göre. Bu aileler umduklarını çok da bulamamışlar. Biz biraz daha kontrollü bir göçü nasıl sağlayabileceğimizi tartıştık. Aileler bizim belediye ile ilişkili olan Batman, Diyarbakır, Doğubeyazıt gibi belediyeler üzerinden yerleştirildi. Biraz daha sağlıklı oldu. En azından aileler bir TOKİ’ye atılıp sigarasını bile alamayacak durumda olmuyorlar. Çünkü İstanbul’da böyle örnekler varmış. Akdeniz Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırma vardı. Biz de ondan yararlandık kendi özgün çalışmamızı yürütürken. Bunun dışında... çalışmalarımız böyle devam ediyor.
KESK’ten bir doktor arkadaş gelmişti. O da biraz bahsetti. İlk zamanlar herhalde daha çok rastlamışlar. Bebeklerde bir baktık, isal salgını var. Sonra fark ettik ki, mamaların belli ölçekleri oluyor ya; mamalar, iyidir, sağlıklıdır diye verilmesi gerekenden çok daha fazla miktarlarda verilmiş. Böyle olunca aşırı protein yüküyle çocukların içini kurutuyor ve hastalık yapıyor. Bir sürü ailede bu vakaya rastlanmış. Mama dağıtımlarının aslında sağlık ocaklarından yapılması gerekiyor, çünkü anneler bilmiyor. Aslında ilk defa kullanıyor çoğu. Bir de aslında çocuğu muayene etmek lazım. Ya da annenin sütü varsa o daha sağlıklı. Onu kullanmak lazım.
Biz o yüzden soruyorduk bebeklerin kaç aylık olduğunu. Sonra dağıtımı kestik. SES’e teslim ettik. Onlar dağıtmaya başladılar. Ama ilk başta biz de aynı şekilde ezber iş yaptık. Dedik ya ezber bilgiler her zaman daha tehlikeli oluyor. Çocuk mamaları meselesinde sonra bir öğrendik ki, bebeğin kaç aylık olduğuna göre ve gerçekten gerekli olup olmamasına göre ayırmak gerekiyor mamaları. Ama bizden talep edenler için de öyle: “Çocuk maması versenize.” Sanki herhangi bir eşya gibi. Sonra SES’teki arkadaşlara yönlendirdik ve daha sağlıklı dağıtıldı. Bebek mamalarında bilgi sahibi değiliz, hangi mama kaç aylık bebeklere verilecek? Biz daha çok çocuk bezi, kadın pedi gibi malzemeleri dağıttık.
Kadın pedi ile ilgili de KESK’ten görüştüğümüz doktor dedi ki, biz aslında Düzce, İzmit depreminde çalıştığımız için deneyimliydik. Baştan dedik ki, çocuk mamaları, kadın pedleri ayrı dağıtılsın, karma paketler yapmayalım. Gidip 80 yaşındaki kadına ped vermişler. Kadın hayatında kullanmamış, ne olduğunu bilmiyor. Bakıyor, bakıyor çöpe atıyor.
Bizim arkadaşlar bir yere gitmişler. Bir bakmışlar kadın pedleri ortalıkta. Nasıl kullanacağını bilmiyor kadınlar. Bilgilendirmek gerekiyor. O yüzden bizim tesbit formlarımız daha sağlıklı. Biz soruyoruz. Evde kaç kadın var, kaç yaşındalar, ona göre pedleri bırakıyorduk. Nasıl kullanacaklarını anlatıyorduk. Bize köylerden gelen talepler vardı.
Bir de arkadaş şundan bahsetmişti. Çadırda yaşanıyor ya şu anda, çadır koşulları zor. Her türlü yük kadınların üzerinde. Çamaşır, bulaşık, çocukların bakımı... Kendine zaman ayıramıyor kadın. Kocalar hep kolaya kaçıyor ve ben iş bulacağım, diyerek kaçıyor, başka şehirlere gidiyor.
Aslında kaytarmanın dışında, görüştüğümüz ailelerde, eşlerinin il dışında çalıştığını söyleyen çok kadın oluyor. Yoksul bir aile ise, deprem yardımları gelene, biri onlara gıda paketi bırakana kadar çok uzun süreçler geçebiliyor. Aslında biz kadına yönelik çalışıyoruz ama erkekler de bu durumda travma yaşıyor. Eşini, çocuklarını sahipsiz bırakıyor ve onların maddi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda kalıyor. Burada hizmet sektöründe çalışan bütün erkekler işsiz kaldı. Ailelerin geçimini sağlayanlar o insanlardı. Büyük bir işsizlik ortaya çıktı. Bir de yardım işlerinde sürecin nasıl işlediğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Gerçekten ihtiyaç sahiplerine çok geç gidildi. Gidilmedi hatta. O yüzden insanlar kendi kendilerine bir yol bulmak zorunda kaldılar. Bu kaytarmaktan farklı bir durumdu. Belki kaytaranlar da vardı, bilmiyoruz ama görüştüğümüz ailelerde böyle kaytarma durumu yok. O adamın para kazanıp ailesine, gıda, çadır, battaniye temin etmesi gerekiyor. Yardımları bekleme süreci çok sıkıcı bir durum. Bazen karakter ve kişilik ön plana çıkıyor ve yardım talep etmek istemiyorlar. Bir de mesela, adam hamaldı ya da aşçıydı. Şimdi nakliyecilik, ev taşımacılığı yapıyor. Mesela yıkılmak üzere olan binalar var. Adamlar para kazanmak adına o riski göze alıp evlerin içine girip, nakliyecilik yapıyor, evleri boşaltıyor. Bu o erkekleri de zorlayan bir şey. Adam kendi can güvenliğini bırakıp, kendini riske atarak ailenin geçimini sağlamak için, belki de kendini iyi hissetmek için çalışıyor. Çünkü işe yaramadığını hissetmek de kötü bir durum. Erkekler çadırla ilgilenmez, çocuğun bakımıyla ilgilenmez, halı yıkamaz, bulaşık yıkamaz. Bu iş onlara işe yarama duygusu veriyor. Aslında erkeklerle de görüşmeler yapmak lazım. Çünkü bütün bireylerin yaşamını etkileyen bir durum bu. Bir yandan da felsefe olarak kadını güçlendirmek ve kadın bilincini yaratmak lazım. Ama erkek değişmedikçe bu bilinç bir işe yaramıyor. Hatta daha çok zorluyor. Çünkü bir şeyin farkında olmak ve acıyla yüzleşmek daha da ağır bir şey. Artık geri adım da atamıyorsun, farkına varmışsın bu sürecin. Önünde bir moloz var, o dönüşmüyor, etki edemiyorsun. Bu yaşamı daha da zorlaştırıyor. Farkına varmayan, bilinci olmayan kadınların yaşamlarını sürdürmesi daha kolay oluyor. Farkına vardıktan sonra daha zor bir süreç başlıyor. O yüzden erkeği de göz önünde bulundurmak lazım, tıpkı kadın ve çocukları düşündüğümüz gibi. Çünkü bir erkek modeli var ve bu erkek modeline o kadar büyük bir önem atfediliyor ki toplum tarafından, bir şekilde onların da ayakta kalması lazım, kendini iyi hissetmesi gerekiyor. Erkekler için belirlenen kodu yerine getirememek başka sorunlar doğuruyor. Erkeğin güçsüz olması kadını da manevi olarak yaralıyor. Ailenin de kendi kolektivizmini yaratması gerekiyor. Belki de böyle bir araçla gitmek lazım insanlara. O yüzden ben kaytarıyorlar diyemiyorum. Arkanda bıraktığın çocukların ve ailen...
Zaman ayırdığınız için teşekkürler. Tekrar görüşmek dileğiyle...