Bir erkek grubunun, en azından cinsel taciz konusunda en cevval üyesi, bir akşam saat 21.30 civarı oturduğum sokağa girerken yanıma yaklaşıp iğrenç bir tonlamayla "O sokağa girme, orda çok kötü şeyler oluyor." demişti. Liseden, tiyatro çalışmasından dönüyordum sanırım. "O sokak" dediği Halaskargazi Caddesi üzerindeki Şafak Sokak’tı.
Bu olay tam olarak ne zaman olmuştu hatırlamıyorum ama 19 Ocak 2007'de Hrant Dink'in sokağımızın başında kalleşçe sırtından vurulduğu günden önce olduğunu hatırlıyorum. 2007'de hala lisedeydim, bütün gün okulda bu olaydan haberdar olmamıştık. Sokağımın başında olup bitenden de, 1915'ten de, Hrant Dink'in kim olduğundan ve neler yaptığından da, Agos gazetesinin sokağımın hemen başında olduğundan da habersizdim. Eve döndüğümde sokağıma giremedim. Barikatları tutan polislere "Benim evim bu sokakta ama?" dediğimi hatırlıyorum. Yine de arka sokaklardan dolaşarak eve gitmiştim.
2008'den itibaren 19 Ocak'larda Hrant'ın binlerce arkadaşıyla birlikte "Buradayız ahparig!" demeye başladım evet; ama ben hep oradaydım, Şafak Sokak'taydım zaten. Akşam 21.00'den sonra hayatın durduğu, apartman altlarındaki dükkanlarını kapatan kumaş toptancılarının evlerine döndüğü, bizim gibi çok az sayıda ailenin yaşadığı o sokakta ailemle oturuyordum. Kumaşçılar evlerine gittikten birkaç saat sonra kumaş artıklarını toplamaya gelen çingene ailelerin, sokakta yaşayan bu birkaç ailede huzursuzluk yarattığını da hatırlıyorum. Sokağı kumaşlardan, "çöplerden" temizleyen onlardı. Yine de onları sokakta görmeye başladığım ilk yıl, ben de sokağa girerken biraz tedirgin olurdum. On üç on dört yaşındaydım, İstanbul'a yeni gelmiştik. Zamanla her gece sokağımızı temizlemeye gelenlerden birkaç kişiyle tanıştım, bunu annemlere söylemedim ve belli bir saatten sonra sadece onlar sokakta olduğu zamanlar korkmamaya başladım.
Yıllarca evimin yerini bir türlü anlamayan arkadaşlarıma "Böyle tarif etmeye çok utanıyorum ama Hrant Dink'in önünde öldürüldüğü gözlükçüyle, kamera kayıtları 'kaybolan' Akbank'ın arasındaki sokak" dedim. Sonra bu tariften utanmam gerekmediğine, bu tarifi her verdiğimde kendime ve tarifi verdiğim insanlara bunu hatırlatmakta bir sorun olmadığına kendimi ikna ettim. Ben ailemle birlikte Hrant Dink'in önünde öldürüldüğü gözlükçüyle sözde kamera kayıtları 'kaybolan' Akbank'ın sokağında yıllarca oturdum.
Ama oturduğumuz ev de öyle sıradan bir ev değildi. Oturduğumuz ev esasen, yasal olarak "kimi kimsesi olmayan" birinin eviydi. Vefat ettiğinde, yasalara uygun olarak evi Milli Emlak Genel Müdürlüğü'ne devrolmuş ve bizim de pek çok başka memur gibi lojman olarak aldığımız devlet mülkü olmuştu. Komik bir kira karşılığı yıllarca oturduğumuz bu ev hakkında annem "Aslında bir gayrimüslime aitmiş, kimsesi olmadığı için Milli Emlak Genel Müdürlüğü'ne devredilmiş. Böyle 'taşınmaz ve kimsesiz mallar' olarak geçen mülkler satılamadığı için bakanlıklara dağıtılıp lojman statüsüne geçiyor." demişti. Az önce bu yazı için tekrar arayıp bu açıklamasını teyit ettirdim; çünkü bu 'kimsesiz' evin sahibi kimdi, 'taşınmaz ve kimsesiz' malı nasıl devletin oldu gibi soruların cevaplarına maalesef hala vakıf değilim. Zaten Mustafa Sütlaş'ın bianet'e yazdığı yazısında [[dipnot1]] dediği gibi, muhtarlığa gitsek ev sahibimizin kaydını bile bulamayız muhtemelen.
Tüm cumhuriyet tarihi boyunca bu toprakların Ermeni, Rum, Süryani insanlarının malları gasp edildi. Cumhuriyet kurulduktan sonra da 6-7 Eylül 1955'te de bu gasplar tesadüfi olaylar değildi. bianet'e verdiği söyleşide "galeyana geldik" diyen 'Eski İstanbul kabadayısı' Mikdat Remzi Sancak'ın "ne kadar gayrimüslim varsa evlerine, dükkanlarına daldık" demesi de kocası gayrimüslim üç kadını kaçırmış ve bunu öylece anlatabiliyor olması da tesadüf değil [[dipnot2]]. Memur ailemle birlikte yıllarca tanımadığımız, adını dahi bilmediğimiz bir gayrimüslimin devlet tarafından 'kimsesiz' sayılıp gasp edilmiş evinde yaşamamız da tesadüf değil.
Türk bir memur çocuğu olarak, bu ülkenin Müslüman olmayan vatandaşlarının, devlet onları ne kadar kimsesizleştirmek istese ve kimsesiz saysa da kimsesiz olmadığını Hrant Dink'in ölümüyle öğrendim. Oturduğumuz lojmanın ait olduğu; Ermeni mi, Rum mu, Süyani mi, Yahudi mi olduğunu bilmediğimiz asıl ev sahibimiz de muhtemelen kimsesiz değildi. Bir cemaati, sevdiği, saydığı, onu seven ve sayan insanları vardı. Sadece bu ülkede soyunu sürdürmek istemedi ya da hayat bir şekilde buna imkan vermedi diye evi de kendi de 'kimsesiz' sayılmıştı.
Bir lise ve üniversite öğrencisi olarak yıllarca yaşadığım Şafak Sokak'ta belki yüzlerce kez sözlü ve bazen fiziksel cinsel tacize uğradım. Türkiye'de yaşayan bir kadın için korkutucu bir şekilde normalleşmiş ve bu yüzden genelde unutulan bu tacizlerden çok iyi hatırladığım bir tanesi varsa o da "O sokağa girme, orda çok kötü şeyler oluyor." diyen genç adamın, o gün beni oldukça ürküten tacizidir. Sokağa girmek zorundaydım. Güvende hissettiğim (ancak kapıyı kilitlediğimizde!) evime, annemin ve babamın yanına (annemle ve babamla kapısı kilitli bir evin içindeyken hissettiğim tehlikeler bu yazının konusu değil maalesef) gidebilmek için önce kendimi küçük çaplı bir tehlikeye atmam gerekiyordu. Ben de attım. O genç adam konuşurken gözlerinin içine baktım ve sonra hiçbir şey olmamış gibi kafamı çevirip sokağa girdim. Peşimden geleceklerini düşünüyordum. Pek çok kez pek çok ıssız sokakta yaptığım gibi, koşmadan ama hızlı adımlarla yürüyor; birazdan dönüp bir apartmana girmeyecekmişim, uzun süre yürüyecekmişim gibi hiçbir yöne bakmıyor; o esnada zaten metrodan çıkarken elime aldığım anahtarı, ses çıkarmamasına dikkat ederek ve deliğe hemen girecek şekilde tutuyor; kapıyı açtıktan sonra hızlı ve çevik bir şekilde içeri girip kapıyı kapatmak üzere kendimi hazırlıyordum. O gün benim peşimden gelmediler ve kalp çarpıntısıyla da olsa evime girip kapıyı kilitlemeyi başardım. Ama Hrant Dink her gün çok daha büyük bir cesaret gösterir, öldürülmesiyle sokağımın başında olduğunu öğrendiğim Agos gazetesine girerken, onun peşinden gittiler. Bir gün güvende hissetmek, bir gün bu ülkede barışı mümkün kılabilmek için her gün gittiği ve üretmeye devam ettiği gazetenin önünde sırtından vurdular onu.
Bugün şehir dışındayım, orada olamadığım için suçluluk duyuyorum ve o yüzden bu yazıyı yazıyorum. Çünkü aynı zamanda, gerçekten kötü şeylerin olduğu o sokak hala benim sokağımmış gibi hissediyorum. Çünkü olup bitenler o sokağa girmemize, Hrant Dink için Agos'un önüne gitmemize, bir zamanlar Müslüman olmayan ve devlet tarafından ‘kimsesiz’ sayılan birinin evi olan, bir zamanlar benim evim olan eve ulaşmak için Şafak Sokak'a korkarak da olsa girmeme engel olmadı. Tıpkı Gezi direnişinde devlet şiddetinin sokaklara dökülmemize engel olamadığı gibi. Tıpkı Medeni Yıldırım'ın benim görüp görebileceğimden çok daha korkunç bir şiddete maruz kalacağını bile bile Lice'de yeni bir kalekol inşaatına karşı çıkmak için evinden çıktığı gibi. Kardeşini ve on bir yakınını Roboski’de kaybeden Veli Encü'nün sözleriyle "‘kaçakçılığa’ mahkum edilmiş, devletin ancak katlederken ve zulmederken hatırladığı yurttaşlar" [[dipnot3]] olarak katledilenlerin ve ailelerinin hayatlarını kazanmak için tehlikelerine rağmen sürdürdüğü kaçakçılık gibi.
Güvende hissetmek için önce kendini tehlikeye atmak gerekebileceğini bir Türk olarak ben ilk kez, Hrant Dink sokağımızın başında öldürüldükten sonra düşündüm. Tıpkı 19 Ocak 2008'de Hrant Dink için aşağı indiğimde, Halaskargazi Caddesi'nde kendimi ilk kez o kadar güçlü ve güvende hissettiğim gibi. Hrant Dink 2005'te demiş ki: "Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum." Masum da olsak 'suçlu' da, dolaylı yoldan gaspçı da olsak tehlikede de, buradayız ahparig.