Giriş:

Osmanlı-Türk romanında Alevi-Bektaşi imgesi denilince akla ilk gelen roman kuşkusuz Nur Baba’dır. Romanın yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974), vefatından altı ay kadar önce bir söyleşide romanı hakkında şunları söylemiştir: “O [Nur Baba] bir hayal kırıklığının mahsulüdür. Bir zamanlar bir inanış bir heves ihtiyaciyle, Bektaşiliğe sarılmıştım. Tasavvufu dinden ayrı bir şey olarak görüyordum. Birkaç Bektaşi tekkesine devam ettim. Bir Derviş İbrahim vardı... Fakat Bektaşilikte umduğumu bulamadım ve Nur Baba’yı hınç [vurgu benim] tesiriyle yazdım.”[1]

“Hınçla” yazılan bu roman 1921’de Akşam gazetesinde tefrika edilirken tartışmalara ve itirazlara yol açar; tefrikası yarıda kalsa da 1922’de kitaplaşır. Bir yıl dolmadan, 1923’de ikinci baskısı yapılır ve aynı yıllarda Muhsin Ertuğrul tarafından sinemaya uyarlanır. Çekimler sırasında halktan gelen tepkiler nedeniyle film tamamlandığında Boğaziçi Esrarı adıyla gösterilir. Son otuz yılda on yedi baskı yapan romana ilginin bugün de sürdüğü söylenebilir. 2009 yılında roman üzerine yayımlanan bir kitap, romana hasredilmiş makaleler, edebiyat tarihindeki rutin değinmeler bu ilginin göstergeleridir. Roman Almanca’ya da çevrilmiştir.  

Gösterilen ilgiye rağmen 1960’dan bu yana, özellikle de 1980 sonrası akademik çevrelerde roman üzerine yazılanlar bir elden çıkmış gibidir. Neredeyse birbirinin aynı olan, tekrarlanagelen bu eleştiri şöyle özetlenebilir: Yakup Kadri Tanzimat’tan 1950’lere kadar Osmanlı-Türk toplumunun geçirdiği önemli tarihsel dönem ve olayların romancısıdır. Bu zaman aralığında bozulan kurumlarla da ilgilenen yazar, ilk romanı Kiralık Konak’ta aile kurumundaki, ikinci romanında ise Bektaşi tekkesi üzerinden manevi hayat ve dindeki çözülmeyi anlatır. [2] Romana böyle yaklaşanlar, Nur Baba yazarının yaptığı gibi, örtük ya da açıkca yirminci yüzyıl başlarında Bektaşiliğin çöküş içinde olduğunu adeta bir doğa olayı gibi kabul eder. Böylece Nur Baba “belgesel bir eser”[3] gibi okunur ve romandaki Alevi-Bektaşi imgesi yeterince irdelenmez. Başka bir deyişle, romandaki Bektaşi karakterlerin neden öyle kurgulandıkları ve bu kurgunun nasıl yorumlanabileceği üzerinde pek kafa yorulmaz.

1980 sonrası akademik literatüre damgasını vuran bu bakışı esas alan yorumlar analitik olmaktan uzak, romandan alıntılarla doldurulmuş, romanın bir tür uzun özeti gibidir. Gerçek anlamda eleştirel olmaktan uzaktırlar.[4] Üstelik garip bir biçimde, bu yazılar romana nüanslı bakmamızı sağlayabilecek kimi metinleri görmezden gelmiş, hatta tahrif etmiştir.

 Himmet Uç Nur Baba’yı konu aldığı yazısında, Yakup Kadri’nin, yukarıdaki alıntıda geçen “Nur Baba’yı hınç tesiriyle yazdım” tümcesini “Nur Baba’yı buhran tesiriyle yazdım” a çevirmiştir.[5] Daha büyük bir skandal ise, Nur Baba üzerine yazılmış müstakil bir eleştiri kitabında karşımıza çıkar.[6] Nur Baba’ya psikanalitik bir yaklaşım vaad eden bu kitabın yazarları, Yakup Kadri’nin Anamın Kitabı[7] adlı anı kitabında rastladığımız, Yakup Kadri’nin ailesi ve yetiştiği çevrenin Alevi-Bektaşilik algısına dair itiraflarını çözümlemelerinde kullanmayıp varlığına bile işaret etmemişlerdir. Bu ve benzeri davranışlar, dikkatsizlik hadisesi değil, kaynak tarama ve kullanmada açık bir ihmal ya da kasıtlı bir özensizliktir.  

Aslında genel olarak 1980 sonrası Nur Baba hakkındaki akademik eleştiriler kitabın ilk yayımlandığı yıllarda yazılan eleştirilerin bile gerisindedir. İlk dönemdeki eleştirilerin romana daha değişik açılardan, alehte ya da lehte, daha özgürce bakabildiği söylenebilir. Bu eleştirilerden bazıları uzun çözümlemelere girmeseler de mesela romandaki Alevi-Bektaşiliğin temsilinin sorunlu olduğunu belirtmişlerdir. Nur Baba’nın yayımlandığı 1920’lerde İsmail Habib Sevük, romanın “her tarafının kemalini bulmadığını” ve Bektaşiliğin verilişi ile sanat yönü arasındaki dengenin iyi kurulamadığına işaret eder.[8] Edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı da Bektaşilik “bu eserde insafsızca örselenmiştir” ve bu roman “asıl Bektaşiliğin ne olduğunu bilenler için iç ezici ve üzücü bir kitaptır” diye yazmıştır.[9]

Romandaki Alevi-Bektaşi imgesini irdeleyen yazımız işaret ettiğimiz boşlukları doldurarak Nur Baba’yı daha geniş bir siyasi ve kültürel bağlama yerleştirmek niyetindedir. Yakup Kadri’nin bu romanda Bektaşileri her türlü fenalığın ve cinsel ahlaksızlığın vücut bulmuş hali ve kutsal aile kurumunun düşmanı olarak kurgulamak suretiyle toplumdaki Alevifobik algıyı yeniden ürettiği ve bu haliyle Nur Baba’nın edebiyatımızda Alevifobik[10] söylemin ilk ve en açık biçimde tezahürü olduğudur. Ayrıca, yazımızın ikinci bölümünde, romana hâkim bu söylemin yazar Yakup Kadri’nin doğup büyüdüğü aile ve sosyal çevreden ona aktarılan Alevifobik miras ve romanın yazıldığı dönemin genel siyasal konjonktürüyle de alakalı olduğunu savlayacağız.    

Romandaki Alevi-Bektaşi İmgesi: Bektaşi Karakterler

Nur Baba romanı İstanbul’da eski bir Bektaşi dergâhında geçen hayatı konu alır. Küçük yaşta evlatlık alınan Nuri (Nur Baba’nın asıl adı) son derece sevimsiz ve yaramaz bir çocuktur. Babalığı ölünce analığı Celile Bacı ile evlenip dergâhın postuna oturur. Nur Baba’nın önderliğinde dergâh şehrin en önde gelen safahat âlemlerinin yapıldığı tek (?!) mekân olarak ünlenir. Kadına ve paraya zaafı olan Nur Baba güzel ve zengin kadınları ağına düşürmekte ustadır.  

İstanbul sosyetesinin meşhurlarından Ziba Hanım Nur Baba’nın gözdesidir. Nur Baba, Ziba Hanım’ın servetini tükettikten sonra bu kez onun genç yeğeni Nigâr Hanım’a gönlünü kaptırır. Nigâr Hanım evli, iki çocuk annesi Alevi düşmanlığı ile yetişmiş bir kadındır. Nur Baba’nın Nigâr’ı elde etmeye çalışması, Nigâr’ın ailesini terk edip dergâha katılışı, yakınlaşmaları anlatının odağıdır. Nur Baba gün gelir Nigâr Hanım’dan sıkılır ve kendinden çok daha genç Süheyla’ya âşık olur. Öte yandan Nigâr’ın kocası tarafından akrabası olan Macid de Nigâr’a tek yönlü bir aşk duyar. Romanın sonunda Nur Baba ile Süheyla evlenirken Macid’in Nigâr’ı yuvasına, eski muhitine geri döndürme çabaları sonuç vermez. Nigâr uyuşturucu ve alkolün pençesinde, dergâhta hayatını sürdürmeye çalışır.   

Özetin de sezdirdiği gibi, Macid hariç, romanda olumlu hiçbir karakter yoktur. “Bir külçe ihtiras, bir küme iştah” olarak betimlenen genç Nur Baba’nın ellerinde büyüdüğü, kendisine analık yapan kadınla (Celile Bacı) evlenmesi, bu bakımdan romandaki en uç noktayı temsil eder. Celile Bacı her ne kadar dergâhta denge ve itidali temsil ediyor görünse de, aslında iradesiz, silik bir karakter olup kocasının çapkınlıklarına göz yuman, hatta ona yardımcı olan biri olarak resmedilir. Ziba Hanım ise kıskanç görünmemek adına yeğenini Nur Baba’nın kollarına atmaktan çekinmeyen bir karakterdir. Nur Baba’nın eski sevgililerinden Nasib Hanım, dergâhın müdavimlerinden Rauf Bey ile dergâhta herkesin önünde öpüşüp sevişmekten sanki ayrı bir zevk alır. Dergâhın mutfağından sorumlu mücerret Derviş Çınari ise tüm gençliğini “sarhoş bir hayvan gibi” geçirmiştir. Kalacak başka yer bulamayıp dergâha sığınan muhibbelerin bütün gün tek yaptıkları içmek ve uyuklamaktır.  

Yakup Kadri, Bektaşi Şeyhi Nur Baba ve müritlerinin okuyucuda bir nebze dahi olsun sempati uyandırmaması için adeta elinden geleni yapmıştır. Nur Baba başta olmak üzere, dergâhla alakalı herkes insan haysiyetine yakışmayacak, alçak davranış ve ilişkiler içinde resmedilmiştir. Bunlarla tutarlı olarak romanın geçtiği asıl mekân olan Bektaşi tekkesi roman boyunca “randevu mahalli,” “muaşaka (sevişme yeri),” “garip bir meyhane,” gibi sıfatlarla nitelenir. Burası sadece tekke insanlarının değil, “dem ve şehvet müptelalarının” çekim merkezi ya da “bir alay sarhoşun kaçamak yuvasıdır.” Bu mekânda icra edilen ve aralıksız sekiz on saat içki içilen Bektaşi ayinleri “bir Neron’un, bir Petrone’nin, bir Trimalkiyo’nun safahat âlemlerine benzetilir.” 

Açıktır ki Bektaşi karakterler ve ana mekânın tasviri tümüyle çarpık ve cinsellik üzerinden ötekileştirici bir Alevi-Bektaşi portresi ortaya çıkarır. Bektaşi karakterler üzerinden okuyucuya verilmek istenen mesaj, Alevi-Bektaşiliğin zevk ve sefa düşkünlüğünden başka bir şey olmadığıdır. Romanın bu iletisi romandaki tek Bektaşi olmayan, her yönüyle olumlu kurgulanmış Macid karakteri tarafından pekiştirilir. 

Romandaki Alevi-Bektaşi İmgesini Yorumlamak: Macid karakteri

Macid, duruş ve fikirleriyle yazar Yakup Kadri’ye en yakın, onun romandaki sesi olan karakterdir. Entelektüel olarak çizilen Macid’in Nigar ile beraber dergâha ziyaretini anlatan yedinci bölümde, Macid’in Bektaşilik, Bektaşiler hakkında düşüncelerini (karşıtlık ve nefretini) teferruatıyla öğreniriz.

Macid Alevilik-Bektaşilik konusunda dergâh ziyaretinden çok önce bir takım fikirlere sahiptir. Macid’e göre Bektaşiliğin insanı heyecanlandıracak, otanik bir yönü yoktur. Doğu dinleri ile Bektaşiliği erkânları bakımından karşılaştırdığında Bektaşiliği “daha manasız, daha gülünç, daha adi ve daha zahmetli” bulur. Bu yüzden Nigâr Hanım’ın Bektaşiliğe ve tekke hayatına olan merakını anlayamaz, çünkü Macid’e göre “(...) Bektaşi dervişleri umumiyetle İslamiyet’ten geçmiş ve safiyetini kaybetmiş birer ‘Diyojen’den başka bir şey değildirler.” Dahası, Bektaşileri “bir başka dünyanın mahlûkları” olarak gören Macid, Nigâr için “endişelenmekten” de kendini alamaz, onu uyarması gerektiğini de hisseder. Çünkü Macid’e göre dergâhtakiler Nigâr’dan “çok aşağı kimselerdir”. Kısaca, Macid o akşam dergâhta gördüğü herkes ve her şeyi -dergâhtaki inanç sembol ve objeleri dahil!- görür görmez yaftalar ve ötekileştirir.[11]  

Macid’in tekkede geçirdiği saatler Bektaşiler hakkında sahip olduğu fikirleri değiştirmez. Tam tersine, özellikle gece katıldıkları cem ayini (Macid ve Nigar’ın tekkeye kabul töreni) Bektaşiliğe yönelik nefret ve olumsuz düşüncelerine daha sıkı sarılmasına yol açar. Macid’in gözünde tören baştan sona bir “işkence,” “gülünç bir macera” ya da “tuhaf bir müsamere”dir. O gece tekkede gördüğü ve yaşadığı hiçbir şeyden hoşnut kalmaz. Öyle ki, sonrasındaki içki, eğlence faslı da dahil Macid o geceyi ruhunun ezildiği, “mevcudiyetinin köküne kadar yorulduğu”, “harikulade kerih [iğrenç, çirkin] ve feci” bir gece olarak hatırlar.      

Macid’i bu denli sarsan, o gece dergâhtaki insanlar arasında gözlemlediği cinsel ahlaksızlıklar, yoz ilişkiler ve bu insanların aile karşıtı davranış ve tutumlardır. Nur Baba-Celile Bacı arasındaki ensest benzeri ilişki ve Nur Baba’nın çapkınlığını bir yana koyarsak, Macid için o gece en şaşırtıcı olan şey, Alhotoz Afife Hanım’ın Nigâr Hanım’a gösterdiği, lezbiyenliği çağrıştıran ilgisi olsa gerektir. İkinci olarak, o gece Macid, Nasib Hanım’ın hikâyesine de kulak misafiri olur. Nur Baba’nın eski sevgililerinden Nasib Hanım, törenin yapıldığı o akşam, dergâha gelip Rauf Bey ile sevişebilmek için kocasına yalan söyler, evine gelen misafirleri savar, hasta oğlunu dadısına bırakır, yolda karşılaştığı babasını da bir yolunu bulup atlatır. Üçüncü ve son olarak, Macid’in duygusal hayatını derinden sarsan bir durum daha vardır ki o da, abla diye hitap ettiği, gizliden âşık olduğu “oldukça zeki, münevver” Nigâr’la alakalıdır. O gece ağırbaşlı, iki çocuk annesi o kadını Macid tanıyamaz olur. Çünkü o gece Nigâr “sarhoş, şuh, ve aşifte” bir kadına dönüşür. İşte, Macid’in o gece birinci elden yaşadığı insan ilişkileri Macid’i romanın çözümlenmesinde anahtar olabilecek, aynı bölümdeki şu yargıya götürür: “Gittikçe Bektaşi dergâhlarının manasını daha iyi anlıyorum: Bunlar muhakkak aile hayatı aleyhine kurulmuş birtakım müessesseler olacak.” (sayfa 91)

Macid’e bir aydınlanma anı duygusuyla söyletilen bu yargı, yazımızda önerdiğimiz okumanın anlaşılması bakımından kilit önemi haizdir. Bu yargı romana damgasını vuran Alevifobik söylemin dayandığı meşruiyet zeminidir ve roman da aslında bu düşüncenin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, tüm roman bu ana düşünce etrafında örülür. Macid hariç, hepsi Bektaşi olan karakterlerin tamamının ahlaksız, çirkin, onaylanması imkânsız ilişkiler içinde gösterilmesi ve dergâhın İstanbul’un tek (!?) zevk ve sefa merkezi olarak tasviri sadece ve sadece bu yargının doğrulanmasına hizmet eder. Doğrulanması için böyle kurgulanması gerekmektedir.           

Macid karakterine söyletilen Bektaşilikle ile aile hayatının bağdaşmazlığı düşüncesi, romanda başka bir düzlemde daha sezdirilir. Nigâr Hanım, dergâha intisap edip Nur Baba ile ilişkisi derinleştikçe, kendisine “Safa Bey’in torunu”, “Ziba Hanım’ın yeğeni” biçiminde de hitap edilmeye başlanır. Böyle yaparak Yakup Kadri okuyucuya Nigâr’ın (bir zamanlar), bir ailenin parçası olduğunu, ailesini Bektaşi Şeyhi Nur Baba için feda ettiğini hep hatırlatmak ister gibidir. Nigâr’ın dergâha katılmasına dayanamayan annesinin bu olaya üzüntüsünden ölmesi, Bektaşiliğin aile hayatına zararlı etkisini en dramatik/öldürücü bir boyuta taşır.[12]

Buraya kadar söylediklerimizden romandaki karakter kadrosunun hiçbir derinlik, sahicilik hissi uyandırmadığı sonucu çıkarılabilir. Olay örgüsü ve karakterler sırf, yazarının bazı siyasal ve sosyal konulardaki düşüncelerini aktarmak için kurgulanmıştır. Akılda hiçbir yazınsal tat bırakmazlar.

Romandaki Alevi-Bektaşi İmgesinin Arkeolojisi: Çocukluk ve Yetişkinlik    

Üretken bir yazar olan Yakup Kadri anı türünde beş kitap yayımlamıştır. Karaosmanoğlu’nun “belki romanlarımın bütün anahtarlarını verdiğim kitabım” diye nitelediği, önsözünde “çocukluğun en mutlu bir çağ olduğu zannını kökünden sarsmak istiyorum” diye yazdığı Anamın Kitabı çocukluğundan itiraflarla doludur.[13] Bu kitap odaklandığı dönem ve yerin (Manisa) kültür tarihine günlük yaşam, dini töreler ve gelenekler vs. konularında değerli malzemeler sunarken, aynı zamanda, Yakup Kadri’nin doğup büyüdüğü ailesi, akrabaları ve mahalle çevresine ilişkin çok mahrem duygu ve hükümlerini de içermektedir. Gerçekten, bu anı kitabı Nur Baba romanının duygusal, düşünsel arka planını aydınlatıcı çok önemli ipuçlarına da haizdir.  Mesela, beş altı yaşlarındaki Yakup Kadri’nin Bektaşilik hakkında aklında kalanlar şöyledir:      

“Fakat, birkaç yıl sonra, Vehbi Efendi’ye [vaiz] dair kulağıma çalınan bazı dedikodular bende onun pek de ‘mübarek bir zat’ olmadığı kanaatini uyandırmıştı. Vehbi Efendi için gizli gizli rakı içtiğini söyliyenler, hatta ‘Bektaşi’dir diyenler vardı. Rakı içmek haydi neyse; (çünkü kaç defa babamın da aynı hataya saptığını görmüştüm) fakat Bektaşiliğin Manisa halkınca katillikten, hırsızlıktan, gâvurluktan daha kötü bir şey telakki edildiğini ve hele bizim evde bunun sözünün söylemenin bile yasak olduğunu biliyordum. Zira bizim evde bu, bir aile faciasının, bir aile ayıbının da adıydı. Ortada dönen rivayetlere göre babamın ablasıyla arası bu yüzden açılmıştı ve halam malını mülkünü bu yüzden tasfiye edip Manisa’dan İstanbul’a gitmiş ve orada yerleşmişti. Lakin çok şükür günün birinde halamın tekrar Manisa’ya gelişi üzerine bu rivayetlerden hiç değilse bir kısmının mübalağalı olduğunu anlıyacaktım. Aynı zamanda ve aynı vesile ile şunu da anlıyacaktım ki, Vehbi Efendi hakkında dolaşan Bektaşilik şayiaları pek de esassız değildir.” (sayfa 123) 

Yukarıdaki alıntıdan görüldüğü gibi, Karaosmanoğlu’nun yetişkinliğinden çok önce, ta çocukluğunda Bektaşilik ile olumlu bir duygusal bağ kuracak fırsatı olmamıştır. Tersine, Bektaşiliğin “katillik, hırsızlık, gâvurluk” tan bile daha fena görülüp değersizleştirildiği koyu Sünni bir sosyal çevrede büyümüştür. Dahası, Bektaşilik onun çocuk dünyasında aile içi sorunların kaynağı olarak algılanmıştır. Yakup Kadri’ye çocukluğundan miras kalan keskin Alevifobik algı ve yargılar yazarın yetişkinlik döneminde daha bilinçli ideolojik ve siyasi tavırlarla iç içe geçmiş ve birbirlerini perçinlemiştir.   

Yakup Kadri’nin 1913 Balkan Savaşı yenilgisinden sonra hem sanat hem dünya görüşünde radikal bir değişime gittiğini biliyoruz. Sanatta bireysel kaygı ve konuları bırakıp toplumu ilgilendiren, daha makro tema ve sorunlara yönelmiş ve olayları milliyetçi bir perspektiften görmeye başlamıştır. Bu değişim sonucu Milli Mücadele yıllarında gazeteci olarak Ankara’ya gitmiş, Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kurulma çalışmalarına hem tanık olmuş hem desteklemiştir. Yine Yakup Kadri’nin yazdıklarından biliyoruz ki Yakup Kadri Nur Baba romanını yazmaya Çamlıca’daki bir Bektaşi tekkesine ziyaretler yaptığı 1913 yılında başlamıştır. Yakup Kadri Nur Baba romanını yazdığı 1913 yılı ile romanını gazetede tefrika ettiği 1921 yılı arasında sonradan Kemalizm diyeceğimiz milliyetçi, modernleşmeci bir ideolojiye sıkıca bağlanmıştır.

Yakup Kadri’nin ateşli Kemalist kimliği, romandaki din ve tarikat kurumlarına olumsuz bakışı ve 1920’li yılların laiklik politikaları arasında bir uyum gözlenir.[14] Cumhuriyet’in ilk yıllarında, din alanında yapılan reformlar ile Nur Baba’nın basım yılı arasındaki yakınlık bu ideolojik uyumu daha da ilginç kılıyor. Bu zamandizinsel yakınlığı hesaba katarak Kemal Kök Nur Baba için şöyle der: 

“Nur Baba romanında Yakup Kadri güya Bektaşiliğin yozlaşmasını eleştirmektedir. Ancak işin özü eleştirmek değil, karalamak, küfretmek üzerine kuruludur. Asıl amaç, dönemin siyasilerine, aydınlarına Bektaşi dergâhlarının yoz yerler olduğundan kapatılması gerektiğinin mesajlarını vermektedir. Yapılan, dergâhların kapatılması için kamuoyu oluşturmaktır. Nitekim 1925’te tüm tekke ve dergâhlar kapatılır.” [15]

Dolayısıyla Yakup Kadri’nin Nur Baba’sının, yazarın ta çocukluktan gelen Alevifobik Bektaşi karşıtlığı ile yetişkin olarak benimsediği Kemalist ideoloji içerisinde tarikatların ve dergâhların geçmişin kurtulunması gereken yoz kurumlar olarak gören tavrın ve bu yönde kamuoyu oluşturma çabalarının kesişme noktasında ortaya çıkan bir eser olduğu düşünülebilir.

Yakup Kadri’nin din ve manevi hayattaki bozulmayı neden çocukluğunda yakından tanıdığı, mesela Mevlevi, ya da Rufayilik tarikatı üzerinden değil de; ancak sonradan, okuyarak ve sınırlı sayıdaki ziyaretleriyle tanıdığı Bektaşilik üzerinden yapmış olması önemlidir. Yakup Kadri böyle bir tercih yaparken, Nur Baba’ya damgasını vuran “karalama” ve “küfrü” ancak arasında duygusal hiçbir bağı olmadığı, azınlık konumunda, yüzyıllardır horlanan, ezilen bir inanç topluluğu üzerinden yapmanın daha az riskli ve kolay olabileceğini düşünmüş olmalıdır. [16]

[1] Adile Ayda, “Yakup Kadri İle Mülakat,” Türk Edebiyatı Cilt 3, No 32, 1974. s.25-27.

[2] Romana bu yaklaşımın kaynağı Niyazi Akı’dır. Akı’nın sözcükleriyle, “Kiralık Konak nasıl imparatorluğun son zamanlarında çözülen aileyi tasvir ediyorsa, Nur Baba da aynı yıllarda bir din ve kültür müessesesindeki bozuluşu anlatır.” Yakup Kadri’nin Kısıklı’daki Bektaşi tekkesine yaptığı ziyaretleri de dikkat alarak, “yazarın şahsi müşahedelerine dayanan eser örfler bakımından dökümanterdir” diye de yazacaktır: Niyazı Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu: İnsan-Eser-Fikir-Üslup. (İstanbul: İletişim, 2001; İstanbul Matbaası, 1960 (1. Baskı), sayfa 101. Bu kitap Akı’nın Haziran 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’nde kabul edilen tezinin kitaplaşmış halidir.

[3] Bu ifade romanın arka kapağından alınmıştır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nur Baba. (İstanbul: İletişim, 2011, 17. baskı)

[4] Üç örnek verirsek; Abdülkadir Hayber, Halide Edip, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’nin Romanlarında Nesil Çatışmaları. (İstanbul: MEB, 1993),s. 187-191; Gıyasettin Aytaş, Tematik Roman İncelemeleri: Hayat Ayna Tutan Romanlar. (Ankara: Akçağ, 2008), s. 137-155; Ensar Yılmaz, Yakup Kadri’nin Romanlarında Türkiye’nin Toplumsal Değişim Süreci. (İstanbul: Birey, 2008), sayfa 87-94.

[5] Himmet Uç, Hikaye ve Romancı Yakup Kadri. (Diyarbakır: Dicle Üniversitesi, 2005), s. 145-170.

[6] Cafer Gariper ile Yasemin Küçükçoşkun, Dionizyak Çoşkunun İhtişam ve Sefaleti: Yakup Kadri’nin Nur Baba Romanına Psikanalitik Bir Yaklaşım. (İstanbul: Akademik Kitaplar, 2009), 243 sayfa.  

[7] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Anamın Kitabı. (İstanbul: İletişim, 2012, 12. baskı, ilk baskı 1957). Arka kapakta, kitap “İçindeki çocuğu dirilttiği bu kitabında Yakup Kadri, çocukluk anılarından öte, bilinçaltına bir yolculuk yapma iddiasındadır.” diye tanıtılmaktadır.   

[8] İsmail Habib Sevük, Tanzimattan Beri I: Edebiyat Tarihi. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1942), s. 371.

[9] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. (İstanbul: M.E.B. Devlet Kitapları,1971), s. 1203. Daha yakın bir zamanlardan, Almanya’da akademisyen olarak çalışan, Alevi kökenli Hüseyin Ağuiçenoğlu’nun roman hakkındaki eleştirilerinin Banarlı gibi muhafazakar Sünni kimliği bilinen bir edebiyat tarihçisininkiyle benzeşmesi not edilmesi gereken bir durumdur. Ağuiçenoğlu’na göre Nur Baba romanı “… hizmet etmek istediği insanların nezdinde birer hakaret ve küfür örneği olarak algılanagelmiştir.” Yazının tamamı için Alevi Akademisi-Bülten’in Ocak 2004 tarihli nüshasına bakınız.    

[10]Alevifobi kavramını Ayfer Karakaya’ın “Alevifobi ve Yüzleş(eme)mek” başlıklı yazısında tanımladığı biçimde kullanıyoruz: “... çoğunluğunu Sünni Müslümanların oluşturduğu Türkiye’de adı konulmadan yüzyıllarca varolagelmiş, inançsal önyargıları aşan, toplumun geneline nüfuz etmiş Alevi karşıtlığıdır.” Yazının tamamı için bakınız: http://www.birgun.net/forum_index.php?news_code=1357463273&year=2013&month=01&day=06

[11] Macid’in alaycı ve tepeden bakan tavrı, Yakup Kadri’nin Yaban romanındaki Ahmet Celal karakterini ve onun köylüleri aşağılayıcı tavrını akla getirir.

[12] Aile kurumu romancı Yakup Kadri’nin kafasını çok meşgul etmiş olduğu söylenebilir. Nüket Esen’in Türk Romanında Aile Kurumu 1870-1970 adlı çalışmasında, işgal altındaki İstanbul’da işgalci orduların subayları ve İstanbul sosyetesi arasındaki yozlaşmış, cinsel ahlaksızlıklarla karakterize edilen ilişkilerin anlatıldığı Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore adlı romanına dair yaptığı saptamalar Nur Baba romanı için de geçerlidir. Sodom ve Gomore’de olduğu gibi Nur Baba’da da aile “tamamen çökmüş” durumdadır. Aynı şekilde, bu iki romanda da “aile hayatı yok, sadece eğlence ve sefahat hayatı” vardır. Her iki roman da aslında, tersten giderek – “ailenin yokluğundan”- ailenin değer ve önemini sezdirir. Nüket Esen, Türk Romanında Aile Kurumu 1870-1970. (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 1997), s. 139.

[13] Kitabın künyesi için yedinci dipnota bakınız.    

[14] Sarah G. Moment Atis, Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World. volume 4, 1995. Article Title: Turkish Literature, pages: 245-254.  

[15] Kemal Kök,Lamekan, Sanat Cephesi-Sosyalist Gerçekçi Sanat Dergisi, sayı:8, Ağustos 2011.

[16] Yakup Kadri’nin Nur Baba romanı için Bektaşi tarikatını tercih etmesiyle Mahmut Akyürekli’nin işaret ettiği, 1938 Dersim Olayları’nda devletin davranışı aynı düşünce sürecinin ürünleridir. Akyürekli Dersim Olayları konulu bir TV programında, devletin Kürtlere bir ders vermek istediğini söyleyip bunu neden Alevi Kürtler üzerinden verdiğini ise şöyle açıklıyordu. Bu ders Sünni Kürtler üzerinden verilemezdi, çünkü bu Anadolu’daki çoğunluğu teşkil eden Sünni duyarlıkta infiale yola açardı. Bu ders için en uygunu Alevi Kürtler’di, çünkü Aleviliklerinden dolayı Sünni Kürtler’den, Kürtlüklerinden dolayı da Türkmen Alevilerinden farklıydılar. Yani hem etnik hem de inançsal bakımından en savunmasız, en azınlıkta olanlar onlardı ve bu kesim üzerinden verilecek bir ders büyük tepkilere yol açmayacaktı. İşte, edebi bir hareket olan Nur Baba ile askeri bir hareket olan Dersim Tertelesi, Sünni tarafgirliği ya da Alevifobi diyebileceğimiz bir düşünceden hareket etmişlerdir.