Yaklaşık bir aydır yeniden savaş, ölüm ve gözyaşı döngüsüne girdik. Oysa geçen yıl bu zamanlar AKP Hükümeti “açılım” politikasını ilan etmeye hazırlanıyordu. Ne oldu da bu kadar hızlı bir biçimde 90’ları hatırlatan bir ortama geri döndük?
Çoğumuz bu sorunun yanıtını biliyoruz. Geçen yıl başlayan “açılım” süreci Kürtlere bazı sınırlı haklar verilmesini öngörüyor ve diğer yandan da PKK etrafında şekillenen Kürt siyasal hareketini tasfiye etme hedefi güdüyordu. TRT Şeş, bazı yerleşim yerlerinin eski isimlerinin iadesi gibi “tavizler”, geniş kitlelerin seçtiği belediye başkanları da dahil Kürt siyasetçilerin kitle halinde tutuklanması ve binlerce “taş atan çocuğun” ağır hapis cezalarıyla yargılanmasıyla birleşince, “açılım” diye lanse edilen şark kurnazlığı sırıtmaya başladı.
Ama sadece bunu söylemek yeterli olmaz. “Açılım” asla bir devlet politikası haline gelmedi. Sorumluluğu AKP tarafından üstlenilen bir deneme olarak kaldı. AKP’nin şark kurnazlığından bağımsız olarak, barış elçilerinin Habur’da kitlesel şekilde karşılanması üzerine faşizan-ırkçı muhalefet (Baykal’lı CHP ve MHP) hızla harekete geçti. Pekâlâ MHP’ye kayabilecek, muhafazakâr olmanın yanı sıra Türk milliyetçisi de olan AKP tabanının önemli bir bölümünün tepkisi, AKP’yi atacağı sınırlı adımlardan da vazgeçirdi. Böylece “açılım” süreci bariz bir çıkmaza girdi.
Açılım sürecinin çıkmaza girmesi, üzerinde çokça düşünmemiz gereken bazı yapısal sınırları da ortaya çıkardı: Diğer bütün faktörler aynı kaldığı sürece, ABD gibi Kürt sorununun PKK marjinalize edilerek çözülmesini savunan ve bu uluslararası aktörlerin desteğiyle harekete geçen bir partinin çok sınırlı adımlarıyla Kürt sorununun çözülemeyeceği bir kez daha ortaya çıktı.
“Açılım” sürecinin aşamalarını hatırlamaya çalışarak çözümün önündeki bazı yapısal sınırları ve mutlaka yerine getirilmesi gereken bazı yapısal görevleri sanırım ele almak gerekiyor.
Öncelikle 25 yıllık savaşa eşlik eden devasa propaganda kampanyası ve Anadolu’nun pek çok yerine gelen binlerce asker cenazesi, PKK veya Kürt siyasi hareketine taviz verilmesini hiçbir şekilde onaylamayan geniş bir kitle oluşturdu. Azımsanmayacak bir oy oranını temsil eden bu kitle, sadece AKP’nin değil çok sınırlı da olsa sistem içi reformlar yapmaya çalışan her partinin karşısına dikilecektir.
İkinci olarak, devlet açısından PKK’nin marjinalize edildiği ve sorunun bazı bireysel haklar çerçevesinde çözülür gibi yapıldığı bir politikanın alternatifi her zaman hazırdır: Savaş. Türkiye devleti sahip olduğu uluslararası ekonomik ve siyasi destek sayesinde bu savaşı uzun süre sürdürülebilir. Türkiyeli gençlerin canı çok ucuzdur ve militarist koşullanmaları kırabilecek bir asker aileleri hareketi olmadığı gibi geniş bir vicdani ret hareketi de en azından kısa vadede ufukta gözükmemektedir.
Üstelik, şiddeti zaman zaman azalıp artan sürekli iç savaş, askeri vesayet rejimi ile liberalleşme yönünde adımlar atmaya çalışan devlet içi kesimler ve siyasi partiler ittifakı arasındaki dengeyi daima askeri vesayet lehine bozabilmektedir. Son haftalarda AKP Hükümeti’nin kararlı şekilde arkasında durmadığı Balyoz ve Kafes gibi davalarda art arta tahliyeler yaşanmasını ve darbe planları nedeniyle komutanların yargılanmasının artık caydırıcı olmaktan çıkmasını, içine girdiğimiz iç savaş konjonktüründen bağımsız olarak değerlendirmek sanırım pek doğru olmaz.
Savaşın, ondan beslenen geniş bir çıkar ilişkileri ağı yarattığını, uyuşturucu kaçakçılığından resmi ideolojinin zeminini sağlamlaştırmasına dek statükonun sürmesini her açıdan güvence altına aldığını söylemeye bile gerek olmadığı kanısındayım. Sivillerin taranması, köylerin yakılması veya gerilla cenazelerine işkence edilmesi gibi son haftalarda gördüğümüz türden, duyduğunda insanı utandıran hak ihlallerinin varlığını sürdürdüğü bir ülkede, temel hak ve özgürlükler bir lüks olarak kalacaktır. Böyle bir ortamın, kentsel dönüşüme, sendika üyesi olduğu için işten atılmaya, ekonomik krizin getirdiği toplumsal yıkıma, her şeyin yükünün üzerine bir de şiddet eklenerek kadınların sırtına bindirilmesine ve yetiştirme yurtlarında çocukların cinsel istismara maruz kalmasına muhalefet edenleri kolayca etkisizleştirmek gibi yan faydaları da var.
Çözümün önündeki bu yapısal sınırlar, yapısal görevleri tanımlamak açısından yol açıcı olabilir.
Kürt halkı direnişi sürdürüp Kürt siyasi hareketi tasfiye çabalarına karşı koyduğu sürece, Türk toplumunun ciddi bir kesimini ikna etmeden kalıcı bir barışın sağlanamayacağını artık görmezden gelemeyiz. Eğer bu doğruysa, o zaman Türkiye’de kalıcı bir barışı arzulayan insanlar olarak yıllardır sürdürdüğümüz bazı düşünce ve davranış alışkanlıklarını terk etmemiz gerekecek. PKK askeri olarak etkili olmaya devam ettiği sürece devletin orta vadede mutlaka “masaya oturmak” zorunda kalacağı, böylece sorunun orta vadede devlet ile PKK arasında müzakere yoluyla çözüleceği, dolayısıyla asıl ikna edilmesi gerekenin devlet olduğu şeklinde özetleyebileceğimiz zihnimizdeki “çözüm yolu”, bu kolaycı düşünme alışkanlıklarının başında geliyor. Eğer devleti, bizim kast ettiğimiz anlamda “rasyonel davranıp bunun böyle devam edemeyeceğini fark edecek” bir aktör olarak değil, otoritesi ve temsil ettiği çıkarlar uğruna yıkım araçlarını uzun süre devrede tutacak bir tahakküm aygıtı olarak görmeyi seçersek, o zaman bu acımasız aygıtın barışa dönük adımlar atmasının ancak Türk toplumunun bir kesiminin desteğini kaybetme tehlikesini hissettiğinde mümkün olabileceğini de kavrayabiliriz.
“Türk toplumunun önemli bir kesimini ikna etmek mi, Kürtler daha ne yapsın?” diyerek tepki gösteren yurtsever arkadaşları duyar gibi oluyorum. Gerçekten Kürt siyasi hareketi Türk toplumunu ikna etmek için elinden geleni yaptı mı? Örneğin binlerce DTP’linin ve çocuğun tutuklanması; yüzlerce kişinin “taş attığı, def çaldığı, halkı Kürtçe selamladığı, üzerinde sloganlar yazılı pankartlar taşıdığı, basın açıklamasına katıldığı, gazete veya dergi yayımladığı, muhabirlik yaptığı, kitap bastığı” için onlarca yıl cezaya çarptırılması geniş bir sivil itaatsizliğin konusu olabildi mi? Tek yönlü bir sorgulamadan kaçınmak için aynı soruyu Türkiyeli muhalifleri için de sorabiliriz: Gerçekten elimizden geleni denedik mi? Kendi halkımıza savaşın insanlık dışı niteliğini ve topluma verdiği inanılmaz hasarı biraz olsun anlatacak kampanyalar geliştirebildik mi? Bu yönde kalıcı inisiyatifler oluşturabildik mi?
Önümüzdeki dönemde, bu yönde daha fazla soru sorulmasının, savaşın şiddetlendiği buna benzer dönemlerde kendini pasifize eden ve büyük aktörleri izleyerek tahminler yapmakla yetinen davranış kalıbının kırılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum.