Bir hafta önce cumartesi akşamı bir lokantada yemek yerken gözüm televizyona ilişti. Bir baktım, Samanyolu TV, bizim Abbasağa ve Yoğurtçu Forumları’nın yolsuzluk-karşıtı eylemlerini “halkımızın AKP yolsuzluğuna karşı tepkisi” diye veriyordu. Pazar günkü mitingde bunun rahatsız edici olduğunu Abbasağa’dan yakın arkadaşlarımla paylaştım. Özetle, “biz doğru politika izliyoruz, onlar da alıp kendi çıkarlarına göre kullanmışlar; ama politikamızdaki bir yanlışa delalet etmez bu” şeklinde tepkiler aldım.

Elbette bazı forumlar ve mahalle dayanışmalarının yolsuzluk-karşıtı eylemlerdeki söylemi farklı olabilir. Ancak genel olarak, Gezi Hareketi’nden geriye kalan (hâlâ toplanan forumlar ve yerel dayanışmalar olarak) bizlerin, “yolsuzluk-rüşvet” operasyonu karşısında son derece problemli bir politika izlediğimiz ortada.

Biraz analitik konuşacak olursak;

Oturup konuştuğunuzda çoğu kişi, operasyonun, AKP Hükümeti’ni devirmeye dönük siyasi bir mühendislik olduğunu, demokratik bir ülkede görebileceğimiz “temiz eller” operasyonuyla alâkası olmadığını kabul ediyor.

Sonra “ama bu durumda sadece AKP Hükümeti’nin yolsuzluklarını hedef alan sloganlar atarak Cemaat’in değirmenine su taşımış olmuyor muyuz?” diye sorunca, şu yanıtı alıyorsunuz: “Şu anda egemenler arası bir çatışma var; Hükümet ve R. T. Erdoğan zor durumda. Fırsat bu fırsat, halkı ‘yolsuzluğun hesabı sorulsun’ diye sokağa dökersek, AKP’yi düşürebiliriz. Başka nasıl halkı harekete geçirebiliriz?”

Bunun üzerine, ikinci argümanıma geçiyorum: “Peki, operasyonun amacı Cemaat destekli bir CHP-MHP milli mutabakat hükümeti kurmaksa, böylece başta ‘barış süreci’ olmak üzere demokratik hak ve özgürlüklerin toptan askıya alınacağı bir döneme gireceksek, bunun sorumluluğunu nasıl üstleniriz?” diyorum. Tartışma bu noktada tıkanıyor, fakat henüz tatminkâr bir yanıt alabilmiş değilim.

Bence Gezi Direnişi’nin devamcısı forumlar olarak şiddetli bir “popülizm” hastalığına bulaşmış durumdayız. “Popülizm”, toplumun yerleşik düzen tarafından yüzeyselleştirilmiş algı kalıplarına seslenebilmek adına, sorunların rejime ve sisteme ilişkin yapısal yönlerini vurgulamaktan kaçınmaktır.

Üstelik bizim durumumuz biraz da traji-komik. “Popülizme” başvuranlar, genellikle kitle tabanı geniş hareketlerdir. Gezi Direnişi’ne katıldıktan sonra CHP’nin milliyetçi-laikçi söyleminin peşine takılan CHP tabanını, “her yer rüşvet, her yer yolsuzluk” sloganlarıyla toplumsal muhalefet saflarına çekmeyi düşünüyorsak, hayal görüyoruz demektir. CHP tabanıyla sadece Gezi eylemleri ve forumların başında bir araya gelir gibi olmuştuk, o kadar. Sonraki süreçte “seküler tabanının” 29 Ekim-10 Kasım törenlerine gösterdiği katılım, forumları fazlasıyla gölgede bıraktı. O zaman neden popülizmde ısrarlıyız?

Bu durumda hem Cemaatin hem de CHP’nin yedeğine girmiş oluyoruz. ABD’nin desteklediği, Cemaatin sahadaki aktörlüğünü yaptığı, CHP’nin ise –Mansur Yavaş gibi adaylarla– eski derin devletin-ulusalcı statükonun parlamenter kanadını oluşturmaya soyunduğu bir “hükümet darbesi”yle karşı karşıya değil miyiz? Nasıl daha baskıcı, barış karşıtı bir milli mutabakat düzeninin hazırlanmakta olduğunu görmüyor muyuz? Bu koşullarda Gezi’nin devamcısı forumların daha özgürlükçü ve demokratik bir söylem kurması gerekmez mi? Tabii muhalefetimiz sadece, AKP iktidarına ve R. T. Erdoğan’ın otoriter/faşizan tarzına karşı olmakla sınırlı değilse…

Yok eğer ister askeri isterse yargı-polis vesayeti biçiminde olsun, Kürt sorunu dolayımıyla 30 yıldır Türkiye’nin başına bela olan “derin devlet” olgusunun kendisine karşıysak, alternatif bir söyleme ihtiyacımız var. Bunca sömürü ve yolsuzluğun ancak halkın siyasete örgütlü katılımıyla sınırlanabileceğini düşünüyorsak, daha fazla demokratikleşme talep etmemiz gerekiyor. Kendi önerimi aşağıda ifade etmek istiyorum.

Barış ve Halkın Siyasete Örgütlü Katılımı

Bence muktedirler arası bu çatışmada öncelikle gündeme getirmemiz gereken, yolsuzluk ve rüşvet değil, derin devlettir. Zira asıl ortaya dökülen, teşhir olan yeni “derin devletin” işleyiş tarzıdır. Sömürü ve yolsuzluğun bu boyutlara varması ise, muktedirlerin devlet gücünü ezilenlere karşı hiçbir sınırlamaya tabi olmadan kullanabilmesinin sonucudur. Kentsel dönüşüm mağdurlarının haklarını savunan avukatları, ÇHD üyelerini, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve Özel Yetkili Mahkemeler marifetiyle bir gecede hapse tıkabiliyorsanız, sömürüyü katmerleştirip rantı da cebe indirmeniz işten bile değildir.

Derin devlet dediğimiz şey aslında, 12 Eylül Anayasası, toplumun siyasal alana örgütlü katılımını engelleyen bütün yasakçı yasalar, seçim barajı, TMK ve olağanüstü yargılama usullerinin imkân verdiği hukuk dışı uygulamalar bütünüdür. Mevcut ve gelecek iktidarlar için son derece kullanışlı araçlar olan bu anti-demokratik uygulamalar, meşruiyetini Kürtlerle savaş ya da egemen söylemle “terörle mücadele” üzerine kurdu. O halde barış sürecinin devamı ve sahici bir barışın tesisi, gerçek bir demokratikleşmenin olmazsa olmaz koşulu. Yoksa Kürt halkını ve toplumsal muhalefeti bastırma aygıtı olarak derin devlet yapıları şu veya bu biçim altında sürer gider. Yolsuzluk skandalları biter, ama derin devlet(ler) bitmez.

Hikâye nasıl gelişti, hepimiz biliyoruz. AKP, 27 Nisan (2007) muhtırası ve kapatma davalarının üstesinden gelebilmek için Cemaatle işbirliğini arttırdı ve yeni bir vesayet biçimi olarak yargı-polis cuntası (ya da “paralel devlet”) böylece kurumlaştı. Sonra AKP Hükümeti bu “yeni” derin devleti, toplumsal muhalefete karşı kullanmaya başladı ve ortaya Gezi Direnişi’ni de tetikleyen otoriter/faşizan bir iktidar biçimi çıktı. Çekirdeğini Cemaatin oluşturduğu yeni “yargı/polis devleti”, 2009’tan itibaren KCK davalarıyla Kürt halkına, çeşitli “komplo” davalarla sol yapılara, öğrenci muhalefetine, muhalif hukukçu ve gazetecilere saldırdı. Sonuçta hakkını arayan her kesim, yeni derin devletin hedefi haline geldi. Şimdi, son derece ironik şekilde, ülkenin başbakanı “derin çetelerden” dert yanıyor; çünkü aynı mekanizmalar kendine ve hükümetine karşı uygulanıyor.

AKP ve Cemaat çatışmasıyla, Kürtleri ve toplumsal muhalefeti sindirmekte kullanılan derin devletin mekanizmaları, yöntemleri, medya taktikleri vs. deşifre olurken, niçin her türlü derin devlet mekanizmasının tasfiyesini istemeyelim? Niçin son sürüm derin devletin zeminini yarattığı hukuk dışı yargı kararları ve tutuklamaların geçersiz sayılmasını talep etmeyelim? Üstelik korkulması gereken “vesayet rejimi” ve “otoriterliğin”, sadece askeri vesayet rejiminden ibaret olmadığı ortaya çıkmışken.

Öyleyse niçin forumlar olarak, Cemaat veya CHP’ye yedeklenmek yerine, kalıcı bir barış ve demokratikleşme için mücadele etmeyelim? “Fırsat bu fırsat, AKP’yi düşürelim” demek yerine, neden barış sürecinin başarısı ve ezilenlerin haklarını arayabilmesi için derin devlet yapısının temel direkleri olan TMK ve özel yetkili mahkemelerin lağvedilmesini toplumsal bir talep haline getirmeyelim? Niçin “her yer barış, her yer demokrasi” demeye getirmeyelim?