Son birkaç yazıda AKP’nin özellikle Kürt sorunuyla ilgili çelişkili yaklaşımlarına değindik. Kürt sorununun neredeyse yüzyılı bulan bir dönemde “yokluk” söyleminden “varlık” söylemine evrilmesinin çok sancılı ve acı dolu tecrübelerle sabit olduğunu düşünürsek; “çözüm” aşamasında genellikle “asimilayoncu” yaklaşımla “ertelenmesi” bıktırıcı bir hal almaya başladı. Kuşkusuz ki bu sorunun, Kürt hareketinin öne sürdüğü “tümdengelimci, toptancı” hak talepleriyle çözülmesini beklemek de safdillik olur. Kabul etmek gerekiyor ki toptancı bir yaklaşımla taleplerin öne sürülmesi, devlet nezdinde kabul edilebilir değil.

Bu tür konularda dört temel stratejiden bahsetmek mümkün. Bunlardan biri, birtakım “risksiz” hakların uzun bir sürece yayılarak verilmesi. Buna, sıkıştıkça ağza bir parmak bal çalma yöntemi de denebilir. Esasında bu yöntem, taraflar karşılıklı müzakere ettiğinde ve bir yol haritası çizildiğinde tercih edilebilir. İkincisi genel anlamda tarafların müzakere masasına oturup sorunu konuşması ve çözmesidir. Üçüncüsü “karşı” tarafı tamamen yok etme siyasetidir. Dördüncüsü ise savaş dengede gittiği sürece asker ölümlerini göze alarak savaşı devam ettirmektir. Türkiye’de izlenen strateji birinci ve dördüncü seçeneklerdir. Bu, uzun erimli bir planlama dâhilinde “asimile etme”, sindirme ve korkutma politikasıdır.

Üçüncü yolu tercih eden egemen devletler, “ötekine” çok sert yöntemlerle müdahale ederler. Bu yöntem, toptan reddiyecidir ve gerekirse “ötekini” yok etme hususunda elinden geleni ardına koymaz. Bu yöntemde, toplu katliamlara başvurulabilir, halkın önemli bir bölümü göçe zorlanabilir. Dersim, Halepçe gibi yaşanmışlıklar buna örnek olarak verilebilir. Türkiye bu yöntemleri denemeye kalkışmış ancak Kürt nüfusunun geniş bir coğrafyaya yayılması ve fazla olması nedeniyle başarısız olmuştur.

Otuz yıldır devletin temel stratejisi türlü gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler ve faili meçhullerle “moral bozucu, bıktırıcı, korkutucu” bir yönteme başvurmaktır. Diyarbakır cezaevinde ve daha sonrasında (2000’li yıllara kadar) bu “korkutucu” yöntem denenmiştir. Büyük oranda bu hesabı bozan temel gelişmelerden biri “Kürt hareketinin silahlı mücadele yolunu” tercih etmesidir. Devlet, silahlı mücadeleyi bastırmak için Kürt bölgelerinde ciddi bir askeri yığınak yapmış; türlü savaş yöntemlerini denemiştir. Bu sürece eşlik eden temel planlardan biri, Kürt yerleşim bölgelerinin boşaltılması ve halkın göçe zorlanmasıdır.

Tüm yol ve yöntemlere rağmen Kürt sorunu çözülemedi. Öcalan’ın üzerinde ısrarla durduğu Özal, Ecevit, Erbakan dönemlerindeki dolaylı diyalog yollarına Erdoğan hükümeti dönemindeki “açılım” konsepti de eklendi. Ancak açılım söyleminin büyük oranda “tasfiye” amaçlı olduğu algılandığında iş yine silaha düştü. Açılım söyleminin bittiğini ilan etmekten imtina eden Erdoğan’ın “açılım devam ediyor” sözlerine artık kimsenin inanmadığını söylemek mümkün. Söz sırası tekrar silaha geldi. Süreçte herhangi bir tarafların (TSK ve PKK) galip geleceğini zannetmemekle birlikte olan yine yüzlerce belki de binlerce gence ve ailelerine olacaktır. Bir süreliğine de olsa “ölümü” unuttuğumuz günler geride kalıyor. Türkiye toplumunun “ölümlere alışma geleneği”nin devam edip etmeyeceğini kestirmek ise çok güç. Geçmişe baktığımızda ciddi bir karamsarlıktan bahsetmek mümkün.

Geçmişte birçok siyasiyi koltuğundan eden, yüzlerce generali emekliye ayıran Kürt sorunu, Erdoğan’ı da eninde sonunda koltuğundan edebilir. Nitekim PKK, AKP’nin kendisini tasfiye etmeye çalıştığını ve buna seyirci kalamayacağını düşünmektedir. Son dönemdeki gelişmelerden sonra özellikle İsrail’in de (belki ABD' nin) köstek olabileceği bir AKP’nin eski gücünü koruması imkânsızlaşabilir. Ancak gelenin gideni aratabileceği yönünde de ciddi kaygılar mevcut. Bugün yaşanan üzücü asker ölümleri sonrasında emekli generallerin, haber bültenlerinde haritalar eşliğinde daha büyük bir savaşın çığırtkanlığını yapmalarına kimse yabancı değil.

Uzun sözün kısası yolun sonu görünmüyor.