YSK, Demokrasi, Emek ve Özgürlük Bloğu’nun desteklediği yedi adayın seçimlere katılmasını veto ettiğinde, KÇG (http://www.kültürelçoğulcugündem.com) sitesinin yanı sıra yazarlık yaptığım Haber Fabrikası’nda (http://www.haberfabrikasi.org) yazan birçok arkadaş gibi, bir kez daha Türkiye Devleti’nin her daim mevcut faşizan karakterine lanet yağdırdım ve AKP döneminde ortaya çıkan “demokratikleşme” sürecinin bir oyundan başka bir şey olmadığına kanaat getirdim. Bu çerçevede bir yazı yazacaktım. Tam ben kafamda yazacaklarımı toparlamışken, YSK’dan nispeten yumuşak bir açıklama geldi ve “gerekli belgeleri getirirlerse biz de kolaylık gösteririz” mealinde bir şeyler söylendi.

Bu kısa açıklamayı duyduğumda, biraz daha temkinli olup beklemek gerektiğini, yazıda dile getireceğim tespitlerin bir iki gün gibi kısa bir sürede boşluğa düşeceğini düşündüm.

Ardından, son derece aktif eylemlerden daha pasif tepkilere kadar başta Kürt halkı olmak üzere birçok kesimden gelen tepkiler karşısında YSK geri adım atmak zorunda kaldı. Kuşkusuz bu geri adımda, her bakımdan bağımlı bir ülke olan Türkiye’ye sermaye akışı sağlayan, politik ve diplomatik destek sunan Avrupa Birliği (AB) ve ABD’nin tavrının da etkisi vardı. Kürt sorununun şu veya bu şekilde “reformcu” bir çözüme kavuşturulmasını isteyen Batılı güçler de veto kararından hiç hoşnut olmamıştı.

Peki bu ülkeyi kim yönetiyordu? Çok yakın bir arkadaşım, 90’lı yıllarda İstanbul’daki Habitat toplantıları sırasında yapılan eylemlerde binlerce kişinin topluca göz altına alınması karşısında şöyle demişti: “Kardeşim, bu memleketi Mefisto mu yönetiyor?”

Bir Dönüm Noktası Olarak 2000’ler

Türkiye’de nasıl bir siyasi rejimin yürürlükte olduğu bile kuşkulu ve kolayca cevap verilemeyecek bir soru. Bu nedenle toplumsal muhalefet öznelerinin kafası sıkça karışabiliyor. Ne 12 Eylül döneminde veya 90’lı yıllarda Kürt coğrafyasında olduğu gibi “faşist” bir rejimle karşı karşıyayız ne de 60-70’lı yılların büyük bölümünde geçerli olduğu gibi görece demokratik bir rejimle.

Dönüm noktası elbette, 90’lı yılların sonuna gelindiğinde kendini iyice pekiştiren askeri vesayet rejiminden, iç savaştan, demokratik hakları kullanılamaz hale getiren (derin) devlet operasyonlarından ve ekonominin feci durumundan bıkan Türkiye toplumunun önemli bir kesiminin 2002 AKP’ye oy vermesi oldu. Kürt hareketi de 2000’li yıllara tabanını ve örgütlülüğünü koruyarak girmişti. Dolayısıyla, en dinamik muhalif güç olmaya adaydı.

En dinamik bölümünü Kürtlerin oluşturduğu Türkiye toplumunun büyük bir kesiminin demokratikleşme ve insanca yaşam özlemi, AKP’yi önüne katan ve onu fazlasıyla aşan bir demokratikleşme talebine yol alçı. Belki Kürt coğrafyası dışında bu talep sokakta kendini fazla belli etmedi. Fakat 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı krizi döneminde yayımlanan Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin Meclis’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini iptal etmesi ve 2008 Mart’ında AKP’ye kapatma davası açılması, her seferinde bu gelişmelerin “mağduru” durumundaki AKP’ye rekor düzeyde oy çıkmasına yol açtı. Başlangıçta “derin devletin” kökünün kazınması iddiasıyla açılan Ergenekon davası, Kürt halkı tarafından olduğu kadar AKP tabanının önemli bir bölümü tarafından da desteklendi. 2009 yazı başında başlatılan “Kürt Açılımı” da eğer MHP’nin ve Baykal’ın CHP’sinin milliyetçi/şoven tutumu olmasaydı, büyük olasılıkla belirli bir yere kadar ilerleyebilirdi. Bütün bu dönem boyunca her seferide ürkerek geri çekilen ise AKP oldu. 2007 Sonbaharı’nda akademisyenlere hazırlattığı anayasa taslağını geri çekip sahiplenmekten bile çekinen ve “Kürt Açılımı”nı, Kürt siyasi hareketinin tasfiyesi girişimine dönüştüren de AKP’ydi.

Son derece sınırlı demokratikleşme adımları içeren anayasa değişikliği paketi bile, 12 Eylül 2010 referandumunda ciddi bir oy desteğiyle kabul edildi.

AKP ise bu sürecin bir yerlerinde statükoyla uzlaştı ve esas meşgalesi, temsilini üstlendiği, ”çevre”de yer alan burjuvaziyi “merkez”e, yani iktidar bloğunun göbeğine taşımak oldu. AKP, tıpkı daha önceki sağ-milliyetçi-muhafazakâr partiler (Demokrat Parti, Adalet Partisi ve önemli oranda Anavatan Partisi) gibi kendi “yandaş” holdinglerini palazlandırdı ve bir propaganda aygıtı olarak medyanın büyük bölümünü ele geçirdi. Halklar üzerinde, işçiler üzerinde baskı kurmayı ihmal etmedi ve Kürdistan’da KCK operasyonlarıyla tanık olduğumuz gibi, genel hatlarını 12 Eylül rejiminin çizdiği baskı aygıtını devralıp kullanmakta beis görmedi. Onlarca muhalif/Kürt gazetecinin ve Nedim Şener’le Ahmet Şık’ın tutuklanması veya TEKEL direnişini örgütleyen işçilere 8 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması benzeri uygulamalarla, AKP kendisine karşı bir muhalefet oluştuğunda, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayabileceği kadar kısıtlamaya hevesli olduğunu ortaya koydu. YSK’nın son veto krizi öncesinde “Kürt sorunu yoktur, benim Kürt kardeşlerimin sorunları vardır” diyen Tayyip Erdoğan açıkladığı 2023’e dönük seçim beyannamesiyle de, önceki sağ partilerin kalkınma, refah gibi soyut ve hiç gerçekçi olmayan vaatlerinin ötesine geçmedi; demokratikleşme alanında hiçbir somut taahhüdün altına girmedi.

Türkiye’de Demokratikleşme: Araftayız

Derken YSK krizi çıkageldi. YSK’nın ortalığı böylesine karıştırıp seçimlerin meşruiyetini ciddi şekilde zedeleyecek bir kararı bağımsız olarak verdiğine inanmak safdillik olur. Bana göre, bu işin arkasında (derin devlet) değil, basbayağı devlet vardır (Genelkurmay, üst düzey sivil bürokrasi) ve ülkemizde bu ikisi gerçekte aynı anlama gelmektedir. AKP, kriz karşısında tereddütlü bir tavır içine girdi: Tayyip Erdoğan üç gün ortadan kayboldu ve AKP’deki farklı eğilimler YSK’yı sert biçimde eleştirenlerden, yine dönüp dolaşıp BDP’yi “gizli memnuniyet” içinde olmakla suçlayanlara kadar farklı demeçler verdiler. Demek ki AKP bu komplonun bir parçası değildi, daha ziyade ilkesiz bir tutumla duruma göre kendini ayarlamaya çalışıyordu.

Kararın geri alınmasında Kürt halkının cesaretli tepkisinin payı zaten biliniyor. Fakat bana kalırsa, yukarıda sözünü ettiğim AKP tabanının önemli bir bölümündeki demokratikleşme özlemi de bir kez daha devreye girdi ve veto karanını gayrimeşru bularak onay vermedi. 2000’li yılların başından beri hızından bir şey kaybetmeyen demokratikleşme talepleri, CHP’yi bile ilk kez demokrat bir tavır koymaya mecbur bıraktı. Kılıçdaroğlu, yüzde 10 barajı da dahil, seçimlere yönelik yasal kısıtlamaları ele almak üzere Meclis’i toplantıya çağırdı. Böylece uzun yıllardır demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden gizli MHP-CHP ittifakı çatladı ve MHP, faşizan söylemiyle yalnızlaştı.

Günümüzde MHP dışında hemen her ciddi siyasi aktör demokratikleşmeden, Kürt sorununun çözümünden, askeri vesayetin tam olarak kaldırılmasından, yoksulluğu önleme politikalarından dem vuruyor. Öyleyse neden gerçek bir demokratikleşme yaşayamıyoruz ve ölümler pahasına Kürt halk muhalefetini test eden devlet komplolarıyla karşı karşıya kalıyoruz? Demirel’in deyişiyle “va mı bunun bir açıklaması?”

Aslında yanıt gayet aşikâr: Çünkü Kürt siyasi hareketi ve gücü epeyce sınırlı olan demokratik muhalefet dışında, kimse 12 Eylül düzenini gerçek manada değiştirmeye yanaşmıyor.

Bu nedenle, 12 Eylül düzeninin halkın ülke yönetimine katılmasını engellemek üzere kurulmuş olan kurumlarıyla, geniş kesimlerin demokratikleşme ve insanca yaşam özlemlerinin (AKP’yi iktidara taşımak dahil) yaptırım gücü olan yansımaları arasında bir yerde duruyoruz. Dolayısıyla, demokrasi bahsinde, özellikle Kürdistan’da büyük acılara yol açan bir “araf” durumunda olduğumuz söylenebilir.

Araf’tayız, çünkü sorunlar ve çözüm yolları aşağı yukarı belli ve gerçek bir demokratikleşme ve barış politikası, toplumun büyük kesiminin desteğine sahip. Fakat AKP, CHP gibi belli başlı siyasi aktörler, temelde devletçi oldukları, temsil ettikleri “milletin” bizatihi kendisinin hak arama mücadelesine girmesinden endişe duydukları ve nihayetinde Ankara merkezli rant dağıtma mekanizmasından emekçilerin de pay istemesinden büyük kaygıya kapıldıkları için, 12 Eylül düzeniyle hesaplaşma içine girmekten imtina ediyorlar. 12 Eylül düzeni generaller tarafından oraya konulmuş olabilir, fakat neticede halkın yönetime katılmasını istemeyen “siviller” tarafından da pekâlâ benimsenmekte, en azından esas parametreleri itibariyle ayakta kalmasından memnuniyet duyulmaktadır. Unutmayalım ki günümüzdeki CHP olduğu kadar AKP de bu 12 Eylül (ve AKP için artı olarak 28 Şubat) düzeneği içinde oluştular, bu cendere içinde siyaset yapmayı öğrendiler.

Toplumsal Muhalefeti Bekleyenler

Seçimlere doğru gittiğimiz bu dönemde Demokrasi, Emek ve Özgürlük bloğunu destekleyen bizlerin yapması gereken en başta gelen işlerden biri, gerçek bir demokratikleşme talep etmek ve bunun olmazsa olmazlarını Türkiye toplumuyla paylaşmak olmalı.

AKP’yi de daha ileri adımlar atmaya zorlayacak radikal bir demokratikleşme talebini gündeme getirmeliyiz. Bunun için biraz çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Temel tezimiz, AKP’nin 12 Eylül düzenini gerçekten değiştirmekten kaçındığı ve statükoyla uzlaştığı olmalı. Dolayısıyla demokratikleşmeyi ve Kürt sorunun barışçıl çözümünü sağlayacak sivil bir anayasa talep etmeliyiz. Fakat bunun halka sunacak için sivil anayasa taslaklarımız olmalı. Milli Güvenlik Kurulu’nun (özellikle Genel Sekreterliği’nin) yetkilerini ve anayasal bir kurum olarak mevcudiyetini sorgulamalı, temel hak ve özgürlükler üzerindeki bütün baskıların kaldırılmasını gündeme taşımalıyız. 12 Eylül düzeninin temel dayanaklarını oluşturan Siyasi Partiler Yasası, Terörle Mücadele Yasası, yüzde 10 barajı, işçi mücadelesinin elini fazlasıyla zayıflatan çalışma yasaları ve halkın yönetime katılmasını engelleyen diğer bütün anti-demokratik yasaların neden kaldırılması gerektiğini sabırla topluma anlatmaya çalışmalıyız. Zira böyle radikal bir demokratikleşme olmadan, YSK komplosuna benzer komplolar yine dönem dönem devreye girecek ve bize eşeğimizi kaybettirip sonra tekrar bulduracak.