Türkiye’de Ergenekon sanıklarına dönük gerçekleştirilen yargı baskısının simetrik bir şekilde Kürtlere karşı çalıştırıldığını tespit etmek zor değil. Bu durum, 12 Eylül tutuklamalarını hatırlatıyor. Bir gece ansızın devlet iktidarının ele geçirilmesi için ölen ve öldüren sağcılar, neye uğradıklarını anlamadan, tamamen olmasa da solcuların akıbetini paylaşmak zorunda kalmışlardı. Onlara da işkence yapıldı, hapishanelere dolduruldular, hatta aralarında idam edilenler bile oldu. Elbette taraflara eşit davranılmadı; asıl hedef tahtasında olanlar solculardı, ama nihayetinde sağcılar da az çekmedi.

Bugün devlet ve AKP hükümeti, Kürtlere karşı işlenen insanlık suçlarını Ergenekon davası yoluyla aklayıp temize çıkma iddiasında. Barış hareketinin kopmaz bir parçası olması gereken hakikat ve adalet komisyonu arayışları bu şekilde işlevsizleştiriliyor. Zaten bu tip arayışların yerini topluma bembeyaz sayfalar açacak “akil adamlar” arayışı almamış mıydı? Ne yazık ki, devlet benden daha akili yok deyip işin içinden bir güzel sıyrılıyor.

Sistem 12 Eylül ya da 1990’lı yıllara göre farklı işliyor; kitabına uygun / uydurulan bir baskı anlayışı içinde hareket ediliyor. JİTEM’siz de Kürtleri bastırıp hizaya sokabiliriz diyorlar. Buna Özgür Gündem gibi Kürt basın yayın organları “siyasi soykırım” demek zorunda kalıyor. Yani insanlar, etnik temizliğin açık bir görünümü olan faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırılmıyor; kitabına gayet uygun bir şekilde, hapishaneler siyasi toplama kamplarına çevriliyor.

Belli ki Kürt hareketi bu duruma karşı hazırlık yapmadı. Gerilla direnişi, legal partileşme ve bunları destekleyen özverili bir halkın eşliğinde, İmralı’yı muhatap kılma arayışına yöneldi. Bir ara bu strateji başarıya ulaşacakmış gibi göründü. Fakat bu resim çizilirken dahi “siyasi soykırım” devam ediyordu. “Siyasi soykırım” olgusuna gerekli vurgu yapılmıyor, bir çeşit yan hasar gibi değerlendiriliyordu.

9 Ekim’de devlet sembolik bir Kürt yürüyüşüne dahi izin vermedi. Gemlik için hareket eden tüm halk konvoyları durduruldu. BDP’li milletvekillerinin ön saflarda yer alması durumu değiştirmedi. Halkla birlikte onlar da gerisin geriye dönmek zorunda kaldılar. Bu arada KCK operasyonlarının hızı da arttırılmış, “siyasi soykırım” ivme kazanmıştı.

Oysa bir gün önce, 8 Ekim’de, yaklaşık yirmi bin kişi olduğu söylenen “onbinler”, Ankara’da, önde gelen demokratik kitle örgütlerinin vitrin liderliğinde yürüyüş ve mitinglerini kolaylıkla gerçekleştirmişlerdi. Orada Kürt rengine de yer verilmiş ve ciddi bir sorun çıkmamıştı.

Nasıl oluyor da oluyor?

Oluyor, çünkü halk iradesi olarak ortaya çıkmak başka, renk(ahenk) olarak ortaya çıkmak başka. Kürtlerin etkisiz bir toplumsal muhalefet içinde renk ya da süs vazifesi görmesinden devlet şikâyetçi değil ki. Ayrıca devlet adına zamanlama da çok iyi: Art arda iki kitle mitingini bir gün arayla ve farklı bölgelerde düzenlemek, Kürtlere de ikinci sırayı vermek neredeyse bir devlet planlamasını akla getiriyor.

Dolayısıyla, önde gelen demokratik kitle örgütlerimizin pek de güvenilir olmadığını görüyor ya da bir kez daha bu güvenilmezliğe tanıklık etmiş oluyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla Kürt muhalefetini yönlendiren önde gelen kurumlarımızın bundan şikâyeti yok. Hatta bu absürt muhalefet anlayışının bir parçası haline gelmiş durumdalar.

9 Ekim’den sonra elde edilen bir kazanım Öcalan’ın yakınlarıyla görüşmesine izin verilmesi oldu. Mecbur, bu oyunun döngüsel olarak Öcalan’ın resmen muhatap alınması sınırına doğru evrim geçirmesini ümit etmemiz lazım. Yüksek siyaset komedisinin açılışı bir kez daha yapılmış durumda. Biraz gülüp eğlenmek var, ama KCK operasyonları gibi ciddi bir pürüz var ki, nasıl giderilecek belli değil.

Mesele şu ana kadar yüksek siyaset kurgulaması olmanın ötesinde bir görüntü veremeyen, ama her şeye rağmen halklar arası köprü inşaatı ihalesi üzerine kalan Kongre Partisi bu tip gündelik “ayak işlerine” zaman ayırabilir mi? Galiba ayıramıyor. Bu nedenle, örneğin insan hakları aktvisti Eren Keskin Özgür Gündem’deki köşesinden soruyor: Var mısınız? (KCK operasyonları karşısında bir şeyler yapmayı kast ediyor.) Benim yakın çevremde yokladığım nabızlara bakılacak olursa, durum pek parlak görünmüyor: Herkes ölüyü oynuyor.

Aslında ne yapılması gerektiğini, ana hatlarıyla, BDP başkanlığına adaylığını koymak isteyen Mahmut Alınak yazmış, çizmiş, söylemişti. Israrla Kürt sivil ve yasal hareketinin bir sivil itaatsizlik hareketi olarak yeniden yapılandırılmasından söz ediyordu. Fakat bu anlayış PKK’de ve BDP’de kabul görmedi. Asıl sorun Mahmut Alınak’ın siyasetçiliğine ya da kişiliğine dönük bir güvensizlik miydi? Hiç sanmıyorum. Önemli olan bu yeniden yapılandırmanın bir siyaset tarzı olarak benimsenip benimsenmeyeceğiydi. Gelişmeler benimsenmediğini gösterdi.

Ben bu durumun sadece Kürt hareketini değil, genel olarak Türkiye’deki toplumsal muhalefeti atalete ve kısır döngüye sürüklediğini düşünüyorum. Hem toplumsal muhalefetin merkezine kayacak, hem de üzerine düşeni yapmayacaksın. Bu ne büyük bir tarihsel sorumsuzluk! İnanç evreni izin verenler, isterlerse cümlenin başına "Allahım!" nidasını da ekleyebilirler. Bu şekilde, gönüllü gönülsüz yüksek siyasete tapınmaktan daha hayırlı bir yakarışın ve sitemin meydana geleceğinden kuşku duyulmamalıdır.

Kitlesel Kürt inadına yaslanarak yüksek siyaset düzeyinde bir barış başarısı elde edilip edilemeyeceği, kapsamlı reel politik okuma başarısı gösterenlerce anlaşılabilir belki. Fakat bu durum Kürt hareketinin çok dar bir alana hapsedildiğini gösterir.

Venezuela tipi sosyalizmle ilgili önemli bir tespit, orada sistem dışına itilmiş yoksul kitlelerin çeşitli araçlarla yeni bir düzenin inşasına ve karar alma mekanizmalarına nasıl katılabileceklerinin tecrübe edildiğidir. Anakronik marksist paradigmada olduğu gibi işçi sınıfına ve onun temsilcisi olma iddiasındaki yönetici sınıfına yüklenen merkezi bir rol yok. Sistemin dışladığı ayaktakımı ya da ona yakın sosyal katmanların yeni bir düzen kurma becerisi belirleyici görülüyor.

Marx’ın yaşadığı dönemde, işçi sınıfının benzer bir durumda olduğunu hatırlamak gerekir. Hatırlama zorluğu çekenler, Gorki'nin "Ana"sını bir daha okusunlar. Kapitalizm sadece ezerek değil, işçi sınıfını sisteme entegre ettiği ve orta sınıfa kattığı ölçüde, ulusal sınırlar içinde bir devrim endişesini ortadan kaldırmayı başardı. Demografik olarak azınlığa düşürülen ayak takımı, ağırlıklı olarak suç dünyasına itilerek etkisizleştirildi.

Yoksul Kürtlerin temel dinamiğini oluşturduğu bir hareketin lideri olarak Öcalan, teoride devletçi sosyalist paradigmadan koparken, Venezuela’ya benzer bir sosyalist deneyime ihtiyaç olduğunu vurguladı. Aradaki fark, Kürdistan ve Türkiye’de bunun bir ütopya konusu haline getirilmesi ve ertelenmesi oldu. İşler gayet devletçi bir şekilde yürütülmektedir. Devlet KCK’ye saldırırken aslında yel değirmenlerine saldırıyor, fakat sistem için tehlikeli bir potansiyele ya da olasılıklara saldırdığının gayet bilincinde.

Kürt hareketi işin doğası gereği sistem dışına itilip kakılan Kürt yoksullarının karar alma organlarını inşa edebilmiş değil. Etse bu durumlar yaşanmaz. Kürt yönetici sınıfı, örgütlü bir halk seferberliğinden ziyade, örgütsüz bir halkı peşine takarak iş görmeyi, devletleşmeyi, belli bölümleriyle de mal mülk edinmeyi çok seviyor. Ancak genel afla sonlandırılması mümkün görünen dağlardaki silahlı direnişin yanı sıra örgütlü sivil itaatsizliğe dayalı bir mücadele kültürünün alıp başını gitmesi, bu sevginin altını fena halde oyar.

Öcalan, açıkça zikretmese ve hatta kayıt üstüne kayıt koysa bile, örgütlü anarşinin ruhunu yardıma çağırmıştı; fakat halkın anarşik ruh halini ne yapıp edip boğarak yüksek siyaset komedisine bağlı ve bağımlı kılmak, her zaman öncelikli oldu. Sonuç fena halde ortadadır: Yüksek siyaset komedisi.