Yüksel merhaba, son yıllarda Ortadoğu’da gelişen İslami-muhafazakâr hareketleri yakından izliyorsun. AKP’nin örgütsel yapısı, söylemi, geçirdiği evreler hakkındaki analizlerini yazdığın makalelerden izliyoruz. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Gezi Parkı olaylarının ilk aşamasına AKP’nin içine girdiği şaşkınlığın nedenleri neydi?

Bu şaşkınlık, uzun süredir sokağın hareketsiz olmasıyla da ilgiliydi. AKP neye alışkındı?  Bildik muhalif aktörlerin (sendika veya küçük tabanlı sol örgüt ve partilerin) sınırlı sayıda katılımcı ve açıkçası çok da gelenekselleşmiş sloganlarıyla donuklaşan “muhalefetine.” AKP daha önce görmediği kesimleri sokakta görünce afalladı. Bu kadar farklı insanı meydanlarda görmek, sadece AKP’yi şaşırtmadı. Örgütlü solu da, Kürt Hareketi’ni de şaşırttı. Şaşırmak iyidir…

Tüm bu süreçte unutulmaması gereken AKP’nin ve Hükümet’in dört gün adeta felç olmasıydı. AKP’nin Gezi Parkı sürecini “yönetme” biçiminin arkasında en başından beri ne yaptığını bilen bir akıl aramak gerçekçi olmayabilir. Taksim’den polisin çekildiği süreçte parti kurmaylarının ne kadar yalpaladıklarını anlamak için vücut dillerine bakmak yeterliydi. Nabi Avcı’nın “yan yana gelmeleri mümkün olmayan muhalefeti birleştirdik” sözleri kadar Beşir Atalay’ın “algı yönetimini beceremedik” itirafı da elbette kayıtlara geçti.

Gezi parkı direnişinin ilk aşaması sona erdikten ve Hükümet şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, Başbakan R. T. Erdoğan daha sistemli bir kampanya başlattı. Olayın, “masum çevrecilerin” ötesinde “faiz lobilerinin”, Türkiye’nin gelişmesini istemeyen “dış mihrakların” işi olduğu temasını işledi. Amacın darbe ortamı yaratarak hükümet gayrimeşru yollardan düşürmek olduğunu ileri sürdü. Sence AKP bu iddialara inanıyor mu? Gerçekten ikinci bir 27 Mayıs’ın eşiğinde mi olduğunu düşündü? Kampanyanın amacı genel olarak neydi sana göre?

AKP’nin nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda ilk başlarda farklı görüşler ve yer yer gerginlikler olduğu iddiaları da yabana atılır gibi değil. Sonuçta Erdoğan’ın dediği oldu ve bu defa da en iyi bildiği veya bildiğini sandığı kumarı oynamaya karar verdi: “Sessiz muhafazakâr çoğunluk” ve “azgın Batıcı azınlık” ikilemi üzerine bina edilen kutuplaştırıcı dil her zamankinden daha da yoğun biçimde devreye sokuldu. Defalarca yalanlanmış bazı şehir efsaneleri sürekli kullanılarak, istismar edilerek, zaten tehdit altında hissettikleri için sokaklara çıkan insanların üzerine gidilmeye devam ediliyor. Adeta arı yuvasına çomak sokularak, öfkelilerin “kültür savaşı” tuzağına düşmeleri umuluyor.

AKP’liler ve onların istediği yönde “algı yönetmeye” can atanların yapmaya çalıştıkları çok basit: “Uluslararası çevrelerden de destek alan Kemalist-ulusalcı unsurlar yeni bir darbenin psikolojik zemini hazırlıyorlar.” Düne kadar ABD’ye, AB’ye ve Soros’un şahsıyla özdeşleşen küresel sivil toplumculuğa ateş püsküren ulusalcılar, nasıl oluyor da birden bire bu kesimlerle ortak hareket edip eylemler planlar duruma geldiler? Birkaç yıl önce ulusalcıların başvurduğu komplo zihniyeti ve kalıplarının bugün AKP’nin organik entelektüelleri tarafından ısıtılıp ısıtılıp karşımıza çıkarılacağına kimler inanabilirdi?

AKP’liler buna inanıyorlar mı? Korku ve çıkar duygusu, sizi yalanlarınıza sarılmaya yönlendirebilir. Başbakan’ın çevresi, onu adeta “II. Atatürk” olmakla, tarihi bir şahsiyet, bir Menderes olmakla öyle bir doldurdular ki neticede eleştiri kabul edemez hale geldi. Başbakan “Beni neden sevmiyorlar?” sorusunda somutlanan narsistik bir ruh haline kapıldı. Parti içinde ve “yandaş” medyada eleştiri kültürü olmayınca Erdoğan’a “Kral çıplak” diyebilecek kimse kalmadı. Bir bakıma kurumsallaşmayı beceremeyen AKP’nin “Aşil Topuğu” budur. AKP’nin ve Başbakan’ın “yenilmezlik” algısı dağılmıştır.

Özellikle 12 Eylül referandumu ve 2011 Haziran seçimleri sonrasında, AKP’nin “yukarıdan İslamizasyon” diyebileceğimiz bir toplum mühendisliği projesine başladığını gördük. Gezi Direnişi de zaten büyük ölçüde seküler kesimlerin yaşamlarının her alanına müdahale edilmesinin sonucu olarak gelişti. AKP’nin, daha önceki dönemlerinden farklı olarak, son iki yıldır geliştirmeye çalıştığı bu muhafazakâr-İslami toplum mühendisliğinin arkasında hangi nedenler olduğunu düşünüyorsun?

Bu İslamileştirme veya muhafazakâr denetim arayışları biraz da, daha İslami hassasiyetleri olan çevrelere mesaj barındırıyor. Çok çeşitli sebepleri var. Temelde kendi çocuklarının “ahlaki yozlaşmaya” kapılmasına dair derin bir korku var. Sözgelimi, tıpkı ABD’de olduğu gibi, yakın zamanın fobilerinden birisi çocuğun eşcinsel olması ihtimalinden duyulan ürküntü. Muhafazakârlar, tüketim toplumunun baş döndürücü cazibelerine kendi çocuklarının çok fazla kapılmalarını istemiyorlar.

Başka bir nedeni de Hükümet’in “the Cemaat’e” açtığı savaş. Bu mücadele kontrolden çıktı. Hükümet, Nakşibendilerin, Süleymancıların desteğine muhtaç. Onlara gül dağıtıyor sanki.

Bir önceki soruda sözünü ettiğim İslami toplum mühendisliğine, tam bir toplumsal kutuplaştırma politikası eşlik ediyor. Son iki yıldır, Aleviler ve sekülerlere karşı tam bir ötekileştirme stratejisi izlendi. Barış sürecinden önce Kürtler için de benzeri söylemler vardı. İçki içenler “ayyaş” ilan edildi vs. AKP ve Erdoğan, bu kutuplaştırma politikasına neden gerek duydu?

Yukarıda kutuplaştırma stratejisinin nedenlerine değindim. Bir de muhafazakârlar dünyanın her yerinde şunu hissederler: En ciddi meydan okuma, kültürel alanda kök salabilen, kendi paralel kurumlarını oluşturabilen muhalif yapılardan gelir. 1968 hemen bir seçim başarısı getirmedi; ama alttan alta yeni kuşakları öne çıkararak siyaseti dönüştürdü. Muhafazakârlar en çok kültürden korkarlar. Gezi Parkı da yeni ve AKP’yi diyalektik olarak aşabilecek kuşakların sinyalini verdi. Bu, az çok korkulanın ufukta göründüğünün de sinyalidir. Bunun farkında olmalıyız. Gezi’yi hafife almamalıyız. Öncü depremlerle başlar sarsıcı süreçler…

Son olarak, bir bütün olarak Gezi Parkı direnişini sosyolojik düzeyde nasıl değerlendiriyorsun? Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesi girişimi, bardağı taşıran son damla mıydı sana göre? Gözlemleyebildiğin kadarıyla, direnişin pozitif yönleri ve taşıdığı zaaflıklar hakkında neler söylemek istersin? AKP oldukça iyi örgütlenmiş bir yapı. Tabanıyla organik bir ilişkisi ve kurumsallaşmış sosyal yardım düzenekleri var. Güçlü bir medyaya sahip. Bu güçlü iktidar yapısı karşısında direnişin izlemesi gereken strateji hakkında neler düşünüyorsun? Önerilerin neler?

Önerilerde bulunmak haddime değil, ama ben de içinde yer aldığımdan konuşma cüreti göstereyim. Benim Avrupa’daki anarşistlerden en çok etkilendiğim unsurlardan birisi, devlet yokmuş gibi yaşayıp kendi paralel kurumlarını yaratmaları. Büyük bir depo buluyorlar örneğin. İçinde kreş, tiyatro, kütüphane, bar, aklınıza ne gelirse bulunan. Buraya akşam gidiyor ve TV izlemeden başka türlü bir hayatın parçası oluyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın, oturup uyuklamak değil bahsettiğim. Kendi iradeleriyle ve kendi bildikleri gibi yaratıp hayatı paylaşıyorlar. Bize de bu ruh lazım.

Kendi paralel kültürünü, dayanışma kurumlarını yaratanlar siyasete ilgisiz mi kalsınlar? Elbette hayır. Öncelikle yaptıkları şeyin kendisi siyaset zaten. Ama ülkemizde asla ihmal etmememiz gereken makro siyasal kavgalar da var. Yerel seçimlerle ilişkimizi, “kim başkan olur”dan ziyade, belediye meclis üyelerini seçmek ve denetlemek üzerinden kurmalıyız. Bir de ittifak kurma sanatında daha esnek ve başarılı olmalıyız. Bu, bizlerin en zayıf olduğu husus. Herkes ötekinin kusurlarını sayıp dökerek kendi yüceltimini yapıyor farkında olmadan. Oysa aklımızın bir yanı, diğerleriyle ortak paydalarımızı öne çıkarmakla meşgul olmalı.

Kendi mahallesinde zemini olmayanların, bunu hiç zorlamayanların Taksim’e gidip iki slogan atıp, birasını içtiği ve ardından evine geldiği muhalefete elveda!

Söyleşi için teşekkür ederiz.