Ekonomik güçle birleşen cinsiyetler arası eşitsizliğin işverenler tarafından işçilere cinsel erişim elde etmek için kullanılmasının oldukça eski bir tarihi var. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında ABD’de, İngiltere’de, Kanada’da ve Almanya’da özellikle hizmetçiler, fabrika işçisi ve tezgâhtar kadınlar sürekli tacize ve tecavüze maruz kalıyorlardı. Ancak o dönemlerde çalışan kadınların, ahlaksız ve cinsel anlamda kötü şöhretli olmakla itham edilmeleri sebebiyle, işverenlerinin ve üstlerinin “ileri giden” davranışlarına karşı çıkma-ları için hiçbir dayanakları yoktu. 

Bugün cinsel taciz olarak nitelendirdiğimiz pek çok söz ve davranış o dönemlerde henüz cinsel taciz olarak kavramsallaştırılmamış olduğundan işyerinde cinsel taciz diye bir suç tanımı ve cezası bulunmuyordu. Kölelik döneminde köle kadınlar cinsel mülk sayılırlardı. Köleler sahiplerinin cinsel davranışlarını reddetme hakkına sahip değillerdi; çünkü köleye tecavüz kavramı yasal olarak mevcut değildi. Sahiplerinin davranışlarına karşı çıkan köleler ciddi olarak cezalandırılırlardı. İşverenlerinin yakınlaşmalarına izin vermedikleri vakit işi bırakmaya zorlanırlardı.

Günümüzde cinsel taciz olarak algılanan davranışlar 1930’larda ve 1940’larda çalışan kadınların işlerinin bir parçası olarak kabul edilirdi: “Cazibeli olan her genç kadın farkında olmasa da ve bunu hiç istememiş olsa bile tahrik edici olabilir. Bununla baş etmeyi öğrenmek kızların iş hayatındaki eğitimlerinin bir parçasıdır. Patronun/müşterinin ya da ustanın ‘farklı niyetler’i olduğunu anlayınca uygulanabilecek standart teknik; bunları görmezden gelmek ve bu davranışlar ciddi değilmiş gibi davranmaktır. Oyunun kuralı şudur: Adam çizgisini aşmaz ve kızın kendisine karşı çıkmasını gerektirecek kadar ileri gitmez. Ama bazen adam kontrolünü kaybedebilir. İşte bu durumda kız gerçekten kötü bir durumdadır. Tamamen suçsuz olsa bile paçayı kurtarmak için işi bırakmaktan başka bir alternatifi yoktur.” 

Bu cümleler 1935’de basılan bir iş görgü kuralları kitabında genç kadınları işyerinde karşılaşacaklarına dair eğitmek amacıyla sarf ediliyor. Cinsel taciz tanımının ortaya çıkışının tarihsel sürecine bakıldığında kadınların işyerlerinde maruz kaldıkları tacizin cinsel taciz tartışmalarının merkezinde olduğu görülmektedir. Cinsel tacizin oldukça eski bir tarihi olsa da bu olgunun kavramsallaştırılması 70’lerde II. Dalga Feminizm’in ortaya çıkması ile mümkün oldu. Geçmişte cinsel taciz olarak algılanmayan pek çok davranış 70’lerin feministlerince taciz olarak adlandırılmaya başlandı. Önceleri “özel dertler” olan bu davranışlar “kamusal konulara” dönüştürüldü. Engellenebilir/engellenmesi gereken davranışlar bütünü olan cinsel tacizin ona maruz kalan kişilerce tek başına baş edilebilir olmadığı dile getirildi. 

Cinsel tacizin ilk tanımı 1975 yılında Lin Farley ve Çalışan Kadınlar Birliği tarafından yapıldı, bu girişim cinsel tacizin bireysel bir sıkıntı olarak değil toplumsal bir mesele olarak tartışılması anlamında önemli bir adımdı: “Uygunsuz ya da saldırgan bulduğunuz ve işinizde huzursuz olmanıza neden olan tüm tekrarlanan ve istenmeyen cinsel yorumlar, bakışlar, teklifler ya da fiziksel temaslar cinsel tacizdir.”

Bu tanıma kısa süre içinde birtakım eleştiriler yöneltildi:

  • Davranışın cinsel taciz olarak değerlendirilmesi için tekrarlanması gerekmediği; bazı davranışların bir defa gerçekleşmiş olmasına karşın cinsel taciz sayılmak için yeterli olduğu belirtildi. Ve tanım bu doğrultuda revize edildi. 
  • 1975’te yapılan tanım, tacizi cinsellikle sınırlandırmakla da eleştirildi. Bir davranışın cinsel taciz olarak adlandırılması içincinsel olmak zorunda olmadığı; cinsiyetçi bir davranışın, yorumun, teklifin ya da ifadenin de cinsel taciz olduğu belirtildi. Sonraları cinsel taciz kavramı gender harassment’ı[[dipnot1]] kapsayacak şekilde genişletildi. 
  • Ayrıca cinsel tacizin güç ilişkilerini/eşitsizliklerini de içerdiği hatta bazı durumlarda bunun bir koşul olduğu söylendi.

Catharine MacKinnon 1979’da basılan Sexual Harassment of Working Women adlı kitabıyla cinsel tacizin toplumsal ve hukuksal anlamlarının inşasını büyük ölçüde etkilemiştir. MacKinnon bu kitabında cinsel tacizi ikiye ayırmıştır:

  1. Quid pro quo [[dipnot2]] taciz: Üst konumdaki bir kişinin işe alma, terfi ettirme, maaş artırma, yüksek notlar verme ya da benzer rüşvetler karşılığında cinsel taleplerde bulunması ya da cinsel talepleri reddedildiği takdirde işten atma, düşük notlar verme ya da benzer tehditlerde bulunması.
  2. Hostile environment[[dipnot3]] taciz: Bireyin iş performansına zarar vermeyi ya da bireye aşağılayıcı, düşmanca ve saldırgan bir çalışma ortamı yaratmayı hedefleyen yahut buna neden olan sözlü ve fiziksel tüm cinsel davranışlar. 

MacKinnon cinsel tacizi ayrımcılığın bir sonucu olarak ele almaktadır: “Eğer bir kural ya da uygulama bir bireyin cinsiyetinden ötürü sistematik olarak sosyal mahrumiyetine katkıda bulunuyorsa bu kural ya da uygulama ayrımcıdır. Ve cinsel taciz kadınların sistematik olarak dezavantajlı konuma düşmesine katkıda bulunan bir uygulamadır, işte tam da bu nedenle ayrımcıdır.”[[dipnot4]]

MacKinnon ve bu yaklaşımı savunan diğer aktivistlere göre cinsel taciz, kadınları erkeklerden aşağı tutmak ve geleneksel olarak erkek işi kabul edilen iş alanlarına kadınların girmesini engellemek için bir araç niteliğindedir. Dolayısıyla cinsel taciz erkeklerin önüne çıkmayan engelleri kadınların önüne sıralayarak iş yaşamında yükselmelerini engellemektedir. Aynı zamanda yine MacKinnon’a göre cinsel taciz mevcut ataerkil sistemin devamını sağlamanın da bir yoludur. 

Güç eşitsizliği, bağımlılık ilişkisi ve sosyal hiyerarşi cinsel tacize zemin hazırlayan koşullardır. Cinsel taciz tanımının çıkış noktasına, kamuoyuna yansıyan vakalara, kadın bedeninin nesneleştirildiği pratiklere baktığımızda cinsel tacize maruz kalanların en çok kadınlar olduğu açık bir gerçektir. Cinsel taciz mağdurlarının ezici çoğunluğunun kadınlar olmasının nedeni ataerki ve toplumsal cinsiyet rolleridir. Ataerkil sistem eksik ve zayıf gördüğü kadınlara yönelik cinsel tacizi meşru kılmaktadır. Benzer bir şekilde ataerkinin anormal gördüğü ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinden hiçbirine yakıştıramadığı lezbiyenler, geyler, biseksüeller, travestiler ve transseksüeller de yoğunluklu bir biçimde cinsel tacize maruz kalmaktadırlar. 

Cinsel Taciz Suçunun Yasalaştırılması 

Cinsel tacizin yasalara girmesi ve suç olarak kabul edilmesi feminist hareketin en büyük başarılarından biridir. Cinsel taciz yasalaşmadan önce işverenlerinin ya da üstlerinin tacizlerine karşı çıkmak için dayanakları olmayan kadınlar, artık tacizle tek başına baş etmek zorunda kalmayacaklardı. Cinsel tacizin yasalaştırılması önemli bir adım olmakla beraber iki büyük tartışma doğurmuştur. 

  1. Cinsel tacizden koruma kadın ve erkek eşitliğine uygun düşer mi?
  2. Cinsel taciz suçu ceza kanununda mı yoksa ayrımcılık kanununda mı yer almalı?


Eşitlik mi Pozitif Ayrımcılık mı? 

Cinsel tacizin yasalaştırılması eşitlikçi söylem tarafından yoğun bir biçimde eleştirilmiştir. Eşitlikçi söylem, cinsel tacizden koruma yasalarının kadın ve erkek eşitliğine uygun düşmediğini; bu yasaların kadınları her türlü cinsel söz ve davranıştan korunması ve kollanması gereken, yardıma muhtaç, çocuklaştırılmış kimseler olarak konumlandırdığını iddia etmektedir. Bu görüşe göre, cinsel tacizden korumanın birtakım tehlikeleri vardır: Bu koruma durumu namus bekçiliğine dönüşebilir. “Kadın iffeti değerlidir”, “Kadınlar korunması gereken çiçeklerdir” gibi algıları güçlendirebilir. 

Bu eşitlikçi söylemin karşı tarafında pozitif ayrımcılığı savunanlar yer almaktadır. Pozitif ayrımcılıktan yana olanlar, cinsel tacizin önlenebilir bir davranış olduğunu ancak taciz mağdurlarının kendi başlarına bunun üstesinden gelemeyeceklerini savunurlar. Ataerkil biçimde yapılanan toplumda kadınlara yönelik sistematik bir ayrımcılık uygulanır. Dolayısıyla eşitlikçi yasaların, eşit olmayanlar arasındaki adaleti sağlama yönündeki işlevi kuşku uyandırır. Bu nedenle, bu tür vakalarda mağdur konumda olması muhtemel kesimleri koruyan pozitif ayrımcı yasalar gerekmektedir. Yasal düzenlemelerle mağdurların desteklenmesine ihtiyaç vardır. 

Ceza Kanunu mu Ayrımcılık Kanunu mu?

Cinsel taciz suçunun ceza kanununda olması gerektiğini savunanlar, cinsel tacizin hasarının bireye, bireyin kişisel cinsel bütünlüğüne ve işine yönelik olduğunu düşünür ve cinsel tacizi esas olarak “kişisel” kabul ederler. Bu görüş tacizciyi anormal, hastalıklı ve sapık olarak değerlendirerek suçu toplumsal kökenlerinden koparıp salt kişisel bozukluklara indirgeme tehlikesi taşır. Böylece bu perspektif cinsel tacizin ataerkil gücün suç sisteminin bir parçası olduğu gerçeğini yoksayar ve görünmez kılar. Diğer yandan, ayrımcılık kanunu cinsiyet, ırk, etnik köken, din, yaş ve maluliyet ayrımı gözetmeksizin fırsat eşitliğini garanti altına almak için bulunmaktadır. Yani ayrımcılık kanunu güç dinamiklerine karşı hassastır ve cinsel tacizi bu güç dinamikleri içinde konumlandırarak suçun toplumsal ve sistematik olduğu gerçeğini kabul eder.

Yasal düzenlemeler cinsel tacizi önlemek konusunda oldukça gerekli olsa da tek başına yeterli değildir. Bu düzenlemelerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi için gerekli altyapının ve olanakların hazırlanmış olması oldukça önemlidir. Bu durum Türkiye’de sıklıkla karşımıza çıkan, ciddi bir sorundur. Türk Ceza Kanunu[[dipnot5]] (TCK)’nda şiddet uygulayan kocaya yönelik yaptırımlar olmasına rağmen kadınlara özel bir destek sunulmadığı durumlarda (iş bulma, avukat sağlama, sığınak vs.) bu kanunlar yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla yasal düzenlemelerin uygulanabilmesi için kadınlara destek verecek kurumların ya da kurumsal düzenlemelerin oluşturulması hayati önem taşımaktadır. 

TCK’da ve çalışmamız sırasında başvurduğumuz kaynaklarda belirtildiği gibi Amerikan yasalarında cinsel tacizin yasal sınırları, tacizi tüm boyutlarıyla ele almaktan çok uzaktır. Bu yasalarda cinsel taciz tanımı quid pro quo taciztanımı ile sınırlıdır ve hostile environment tacizi yer almamaktadır. Kadınların maruz kaldığı cinsel tacizin, en çok hostile environmenttacizi şeklinde yaşandığı düşünülürse yasalardaki bu boşluğun büyüklüğü kolayca fark edilebilir. İşte bu boşluğu doldurmak amacıyla, bazı kurumlar cinsel tacize karşı birtakım kurumsal politikalar benimsemişlerdir. 

Kurumsal Cinsel Taciz Politikaları

ABD’de pek çok kurum hostile environment tacizi engellemek amacıyla kurumsal cinsel taciz politikaları geliştirmiştir. Kurumsal cinsel taciz politikaları yasal cinsel taciz tanımından çok daha geniş bir tanım benimser. Kurumsal politikalar genellikle cinsel tacizi “bu davranışa maruz kalan” kimsenin algısına göre tanımlarken; yasalar bir davranışı cinsel taciz olarak tanımlamak için kişinin algısından daha “kuvvetli” argümanlar ister. Kurumsal politikalar, davranışın yöneltilen kişi tarafından hoş karşılanmamış olmasını bu davranışın taciz sayılması için yeterli bir kriter olarak görürken; mahkemeler bunu yeterli görmez. Bu bağlamda, yasalar quid pro quo tacizi temel alırken, kurumsal politikaların hostile environment tacizitemel aldıkları söylenebilir. Aslında üniversitelerde ihtiyaç duyulan tam da bu kurumsal politikalar ve bunların uygulanmasıdır. 

Üniversitede Cinsel Taciz 

Yukarıda belirtildiği üzere güç eşitsizliği, bağımlılık ilişkisi ve sosyal hiyerarşi iş yaşamında cinsel tacize zemin hazırlayan koşullardır. Bu koşullar üniversitede cinsel taciz olgusu için de geçerlidir. Tarafların öğretim üyesi-öğrenci, üniversite personeli-öğrenci olduğu durumlarda benzer bir asimetrik güç dağılımı ve bağımlılık ilişkisi söz konusudur. Örneğin hoca-öğrenci arasında yaş farkından, akademik kariyerden, sosyal statü farkından kaynaklanan bir hiyerarşi söz konusudur. Ayrıca öğrenci, dersi geçmek ve dersten iyi not almak için hocaya bağımlı durumdadır. Bu bağlamda, hoca-öğrenci ilişkisi çoğu zaman hiyerarşi ve bağımlılık olgularıyla şekillenmektedir. Bu iki faktör cinsel tacizin gerçekleşmesinde belirleyici olabilmektedir.

Üniversitede cinsel taciz olgusunu incelerken sadece rahatsız edici, cinsel içerikli söz ve davranışların değil cinsiyetçi/ayrımcı tutumların da, bunlara maruz kalanların söz konusu ortamlardaki varoluşlarını zora sokacağını unutmamak gerekir. Cinsiyete yönelik ayrımcı davranışlar, aşağılamalar, dışlamalar da cinsel taciz bağlamında değerlendirilmelidir. 

Avril Butler ve Mel Landells’in 1994’te kadın öğretim görevlileri arasında yaptıkları anket çalışması da bu belirlemeyi doğrular niteliktedir. Ankete göre saldırgan davranışlar arasında en sık deneyimlenenlerden biri toplantılarda ya da seminerlerde sözünün kesilmesi durumudur. Anketi cevaplayan kadınlardan biri toplantıda uyarıda bulunup rahatsızlığını dile getirdiğinde kendisine şu tür cevaplar verilmiş: “Yanlış anladın, bu her tartışmada olan normal bir durumdur. Sen de çok hassas ve duygusalsın.” Yine aynı anket çalışması sırasında bir başka kadın kendisinden kıdemli bir meslektaşıyla beraber gittiği akademik bir ziyareti anlatmış: “Benden bir sekretermişim gibi davranmam beklendi. Oradaki meslektaşlarımla eşit birer meslektaş gibi tanıştırılmamış olmama oldukça canım sıkıldı. Çünkü kim olduğum açıklanmadı ve beni onun sekreteri sandıklarını tahmin ediyorum.”

Tüm bu pratiklerin pek çok kadın üzerinde bıraktığı etki şudur: Üniversitedeki güç merkezlerinden uzaklaşmak; toplantılardan kaçınmak ve bu yolla karar alma ve politika üretme süreçlerinden dışlanmak; erkek meslektaşlarla çalışmaktan kaçınarak daha çok öğrencilerle çalışmaya yoğunlaşmak. Toplantıda ya da seminerde sözünü kesme, toplantılardan haberdar etmeme gibi davranışlar; cinsiyetçi ya da hor gören sözler; görünüş ya da giyim ile ilgili saldırgan yorumlar ise erkekler tarafından kurumdaki kadınları kontrol etmek için birer güç kaynağıdır. 

Bu bağlamda, üniversitelerde personel, öğretim görevlisi ve öğrenciler arasında yaşanabilecek cinsel tacize karşı kurumsal politikalar oluşturulması ve uygulanması çok önemli bir yerde durmaktadır. Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi cinsel tacize karşı kurumsal politika geliştirmiştir[[dipnot6]] ve benzer bir girişim Sabancı Üniversitesi’nde de başlamıştır. Bu politikalar tacizden doğrudan etkilenenlerin etkin katılımıyla oluşturulmalıdır ve uygulanmaları da en az oluşturulmaları kadar önem taşımaktadır.

Bu yazı aşağıdaki makalelerden derlenerek hazırlanmıştır:

Margaret A. Crouch, Thinking About Sexual Harassment, “Chapter 2: The Conception of Sexual Harassment” s. 25–36; “Chapter 4: Sexual Harassment and Emprical Research”, (New York: Oxford University Press, 2001) s. 101–138.

Avril Butler and Mel Landells, Feminist Academics: Creative Agents for Change, “Taking Offense: Research as Resistance to Sexual Harassment in Academia”, yay. haz. Louise Morley ve Val Walsh (Taylor&Francis, 1995) s. 156–168.

Jennifer Saul, Feminism – Issues&Arguments, “Sexual Harassment”, (New York: Oxford University Press, 2003) s. 45–73.