Azerbaycan’da bildiğimiz kadarıyla, neredeyse her ailede en az bir kişi enstrüman çalıyor. Zengin bir kültür ve zengin bir müzik... Vokal eğitimi alanındaki eğitimci kimliğinizin nasıl oluştuğunu konuşmadan önce nerede ve nasıl bir kültürel iklimde yetiştiniz, bize biraz anlatır mısınız?
Bizim oralarda da -tıpkı sizin Anadolu’da olduğu gibi- müzik çeşitli dönemlerde yasaklara maruz kalmış. Benim çocukluk dönemimde babam evimize ozanlar getirirdi; bu âşıklar evlerde çalardı o zamanlar. '60’lı yılların ikinci yarısından bahsediyorum. Âşıklar sahneye çıkamaz; ancak konuk oldukları evlerde çalıp söyleyebilirlerdi.. Devlet ve zamanın aydın zümresi o kültüre hor bakardı; basit görürlerdi geleneksel müziği. Amerika’dan gelen pop müzik akımı yaygındı daha çok. Ona rağmen benim babam, eve akşamları toplardı eşi dostu, çağırırdı ozanları... Ozan bir hikâye anlatırdı, mesela eski kahramanlık hikâyelerini, Köroğlu’nu, ... Hem söz hem saz sahibiydiler. Ben öyle bir ev atmosferinde büyüdüm. Yavaş yavaş bu ozanların söylediklerinden hoşuma gelenleri taklit etmeye başladım; ama ne yaptığımı bilmeden, hiç anlamadan ve bir gün bunları söyleyeceğimi aklımın ucundan bile geçirmeden... Ve ilkokul 1., 2. sınıfta bu öğrendiklerimi mırıldanmaya başladım; keşfedildim böylece. Öğretmenimiz dedi; “Sen gel buraya” ... Çocuklar dedi; “Senin sesin iyi...” filan... Bilmiyorum ki ses nedir, nasıl okurlar? Çok mahcup oldum, havuza düşmüş gibi terledim. Orada başladım. Bir türkü okudum, herkes alkışladı!... Böyle böyle ilk adımı attım müziğe. Şah Hatayî’nin sözleriydi: “ezel kendin kendin tanı / sonra ele nazar eyle...” Bu böyle devam etti. Liseye gittiğim yıllarda, yarışmalar için adımı vermişler; “Bizim okuldan da Cavit gidecek” diyorlar; gittim ben, orada birinciye kaldım.
Sonra geldi 1977’deki İran devrimi... Şah devrildi ve İslâm Cumhuriyeti geldi. Hayatımız altüst oldu. Bir açıdan da iyi oldu: halk kendine bir aynada baktı, bakma fırsatı buldu. Karmaşadan herkes kendi hüviyetini kazanmaya kalktı. “Ben kimim? Bizim toplum kimlerden oluşur?” Dediler ki; “Biz Türk’üz, bir tarihimiz var, türkülerimiz var, Fars’tan ayrıyız”. Bizim taraf İran Azerbaycan’ı olduğu için Fars etkisinde kalmış... Bu devrim bir fırsat oldu hepimiz için; bu fırsat bize verilmedi, bu fırsat yarandı. Biraz kendimize geldik. Türk olduğumu anlamakla birlikte anladım ki, Aleviyim de... Şiilik gelmiş ya, meydan okuyor herkese; biz de muhalif duruma düştük. Böyle yola çıktık... '79’da artık Şah devrildi, Humeynî rejimi geldi. Gençliğim böyle geçti. Okuyoruz işte, manevi dünyayı tanımaya çalışıyoruz. Pîr Sultanlar varmış, Şah Hatayîler varmış; yalnız Alevileri değil mücadelecileri de tanıdık, Che Guavera’yı falan...
Ben dinliyordum, çok acayip geliyordu; bir adam almış şiiri eline, bağırıp çağırıyor. Ya, bunun derdi nedir? Fuzulî kimdir, yeni tanış oluyoruz. Ve burada felsefeyle tanış olduk. Orada anladım ki ben, müzik yalnız eğlence için değil... Müzikle başka işler de yapılabilir. Benim ruhumda da tek başına eğlence anlamına gelmiyordu müzik, benim beynimde o dosya açıldı. Kasetleri alıyorum, okunanları tekrar yapıyorum; başka yerlerde okuyorum, herkes diyor; “Ya, sen ne ihtiyar adamsın!” Bu arada ben 19-20 yaşındayım. Benim ruhum hep orada. “Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedir / Men kimem, sâqi olan kimdir/ Mey o sehba nedir...” uçturur beni. Bu müzik vasıtasıyla bir şeyi anladım ki, bu yaşadığımız hayat bir tiyatrodur, herkes birbirine yalan söylüyor; bu tiyatro perdesinin arkasında temiz yaşayanlar da var. Edebiyatın, şiirin, felsefenin vasıtasıyla anladım bunu; her şey iç içe geçti bende. Böylece girdim müzik denen dünyanın içine.
Bu arada, o kadar iyi taklit yapıyorum ki, sanıyorlar on beş senedir bu işin içindeyim. Sonra bir grup kurduk, beraber çalışmaya başladık. Düğümlere[[dipnot1]] gidiyoruz, filan... Artık soruyorlar; “Cavit, bizim düğümde de okuyor musun?”. Niye düğümler? Bizde düğümler o zaman üniversite gibiydi. Konser yok, bir şey yok! Her şey yasaklanmış, insanlar müzik dinlemek için bahane arıyorlar. Şimdi de öyledir düğümler İran’da, buranın düğümleriyle çok farklı. Anladık ki, güzel mugamlar okuyoruz, insanlar da dinliyorlar; bunlar bize sanki prova gibi geldi, sanatımızı sergileme fırsatı bulduk. Yavaş yavaş geceler koydular, akşamları her bir evde toplaşıyorduk. Tar, keman, garmon, qaval (def) çalınıyor; trio (tar, keman, vokal) ve kuartet (tar, keman, vokal, garmon) şeklinde gidiyoruz.
Genelde bu işler birilerini taklit ederek başlıyor, değil mi? Durup dururken “bana birisi söylemeyi öğretsin” diyerek başlamıyor yani.
Tabii, taklit etmezsen yeteneğin su yüzüne çıkmayacak. Taklitte ne var, biliyor musun? Sen diyorsun ki; “Ben öğrenmek istiyorum.” Burada hocalara şu düşüyor: Araması, yetenekli gençleri keşfetmesi lâzım. Yoksa senin kalkıp gitmen; “Ben yetenekliyim!” demen gerekiyor.
Neyse, gelelim bizim hikâyeye... Artık herkes soruyor; “Cavit o mugamları nereden öğreniyorsun? Bize de öğretsene” diye. Ve yavaş yavaş gözümü açtım, gördüm ki, öğrencilerim var. Geliyorlar akşam, ben onlara zaman ayırıyorum. Ama para almıyorum. 22 - 23 yaşında, ben artık Tebriz’de makam bilen bir insan olarak tanınıyorum. Nasıl öğrendim, hangi makam nedir? Radyoları dinleyerek... Radyoda diyor; “Çargâh makamıdır”; diyorum; “Haa, çargâh buymuş”. Neyse, geldim Tebriz’in fakir bölgelerine, üç tane kurs açtım. Orada bizim Pazar günleri (Azerbaycan'ın Cuma'sı), mesela 9.00’dan 12.00’a kadar bir yerde, 14.00’dan 17.00’a kadar bir yerde, 19.00’dan 22.00’a kadar bir yerde; şehrin başka başka bölgelerinde otuz kişiye - elli kişiye bedava ders vermeye başladım. Biri kasaptı, bir demirci, biri berber... yani halktılar... Hepsi makam seviyordu, en önemli özellikleri buydu; beni dinlemek için bahane uydurmuşlardı. Ama her bir sınıftan altı yedi kişi buluyordum yetenekli olan; üç ay bunları besliyorum, gidiyorlar, yenileri geliyor. Nasıl yapıyordum dersleri? Mesela, ben çargâha başlıyorum, sonra herkes beni taklit ediyor. Böyle böyle, eski zamanlardaki usta-çırak ilişkisi gibi yapıyorduk dersleri. Çok iyi tecrübeler kazandım bu derslerde; en güzel dersi kendim, orada alıyordum. Şimdi de öyledir, iyi bir öğretmen kendi öğrencisinden çok şey öğrenir. Bu arada, 1985 gibi dersaneler de açılmaya başladı; insanlar yavaş yavaş duymaya başladı dersanelerde makam dersinin de olduğunu (halbuki Fars makamları senelerdir İran’da, dersanelerde öğretilmekteydi).
Bu sahada çalışan herkes beni tanıyordu artık. Ama kendimde bazı eksikleri görmeye başladım, sesimi iyi korumuşum falan filan; ama bazı noktalarda ilerleyemiyorum. Benim de eğitime ihtiyacım var. Birden karar aldım: Ya bu işi bırakacağım, ya da profesyonel şekilde devam edeceğim. Benim eşim de sanatçı, harika bir ses sahibi... öyle güzel makam okuyor ki... Bana çok desteği oldu. Dedim; “Ne diyorsun, Bakü’ye gidelim mi?” Hiç düşünmeden; “Olur.” dedi. Gittik Bakü’ye, Bakü’nün kendisi bir kitap, bir hikâye. Bakü Konservatuvarı’na gittim.
Burada çok önemli bir noktaya değineceğim: Kendimi beğenmişim biraz, diyorum; “Şimdi gideceğim, beni herkes çok beğenecek.” İslam Rızayev de hoca orada, bir şûr, bir de çargâh mugam okudum, dedi ki; “Ya sen bunları nerede öğrenmişsin? Nasıl da çıktın tizlere?” O da doldurdu biraz tabii, havalandım yani. Eğitimin ne kadar önemli olduğunu anlatacağım. Neyse, kazandım konservatuvarı, girdim derse. Hoca oturmuş makam dersinde; öğrenciler sıraya dizilmişler; bir uçtan başlıyor, sırayla öbür uca doğru tek tek okuyorlar. Ben de dördüncü kişi oldum. İslam Rızayev bahsediyor benden; “Çok iyidir Cavit’in sesi!”, benim de yüreğimin yağları eriyor; “Bana sıra gelse de bir göstersem sesimi, deseler, ‘Vay be, İran’da ne yetenekler varmış!’ ” diye. Allah varmış, dördüncü kişi benim. İslam dedi; “Tamam Aygün, başlayalım”, tarcı başladı bayat-i kürdî çalmaya, bir kız birden sesini aldı, öyle bir bayat-i kürdî okudu ki, tüylerim diken diken oldu. Birden İslam dedi ki; “Dur dur dur! Çok yanlış!” Kız dedi; “Ya hocam, bir türlü yapamıyorum burayı!” Hoca istiyor ki, ilk nağmede üç, ikinci nağmede dört gırtlak nağmesi / merdiven inişi olacak. Gördüm ki, şimdiye dek atmışız. Bana sıra gelene kadar benden bir şey kalmadı. Anladım ki, eğitim almakla almamanın arasında çok fark var. Bana sıra geldiğinde İslam’a dedim; “İzin verirseniz ben biraz kendime geleyim.” O da üstâd, anladı ve dedi ki; “Tamam Cavit, sen ne zaman istersen o zaman gel.” İki ay sürdü, ağzımı ancak açabildim derslerde.
Derslere hep gidiyorum ama iki ay sürdü atmosfere alışmam. Sesim iyiydi, potansiyelim vardı amma bende temizlik yapmak gerekiyordu. İki ay sonra iyi döndüm sınıfa; dediler; “Tamamdır, Cavit de fena değilmiş.” O normalliği kazandım orada, arkadaşlarımın yanında. Çok çalışkan olduğum için saat 06.00’da kalkıyordum, gece saat 12.00’ye kadar okuyordum; yorulduğum zaman başka şeyler yapıyor, araştırıyor, okuyordum. Hep kendimle meşgul oldum yani.
Orada bir şey keşfettim komalarla ilgili: Azerbaycan’da 1937’de Stalin vasıtasıyla bazı komalar atılmıştı tardan; bir gün tar çalıyor çargâh, ben de çargâh okuyorum. İkinci hisse, üçüncü bölümüne geldiğimde muhalifte, lâ perdesi var, elini lâ’ya koyacak (lâ da 25 cent eksi, koma); ben eksik okuyorum komanın gerektirdiği gibi, tar çalan bana diyor; “Cavit detonesin.” Dedim; “Tamam, olmuştur.” Bir daha okudum, dedi; “Cavit biraz dikkat et...” Bu durum çok tuhaf geldi bana, eski kayıtlardan öğrendiğimin aynısını yapıyorum, peki onlar da mı detone? Burada olay başlıyor: Ben çıktım dışarıya, çok üzülmüşüm. Makamlara ben hayatımı vermişim, nasıl olur, diye düşünüyorum. Bir tarcı arkadaşım vardı, dedim; “Ya Fahrettin, okudum, şu kişi dedi bana ‘Detonesin’ “. Dedi; “Oku”, “Doğrudur, detonesin.”. “İyi ama ben, doğru okuyorum muhalifi?!.”
Bu burada kalmadı, bırakmadım peşini. Gittim yine dinledim, gördüm ki adam da benim gibi okuyor. Sonra keşfettik ki, tarda bunların perdeleri eksiktir. Yani ben doğru sese basıyorum, lâ’nın orada koma olması lazımdır, tarda orada yok, adam peste. Sonra gittim, müzelerde baktım ki, eski tarlarda var bu perde, bu koma. Anladık, siyasi oyunların sonunda olmuştur bu. Bu perdeler yok edildiği için birçok makam devreden çıkmış ve unutulmuş. Nevâ makamını ben buldum bu araştırmalarım sonucunda; ama öyle kemikleşmiş ki her şey, izin vermediler bunu yayınlamama. Sonra döndüm İran Azerbaycan’ına...
Döndükten sonra yaptıklarınızı anlatmadan, Bakü Konservatuvarı’nda dersler nasıldı, neler yapıyordunuz, müfredatınız nasıldı, biraz bahseder misiniz?
Tarih, felsefe, gibi dersler vardı; özel derslerimiz de makamdı.
Bizim şu anda yaptığımız gibi şan dersleri yapıyor muydunuz?
Yoo, maalesef. Opera bölümünde vardı; ama bizim bölümde yoktu. Ses yerleştirme, nefes, gibi mevzularda ders görmedim ben orada.
Azerbaycan konservatuvarlarında “doğu-batı” ikileminin en azından şan eğitimi noktasında aşıldığı, arada köprüler kurulabildiği düşünülür genelde. Siz o zaman, kendi deneyimlerinizle, araştırmalarınızla mı oluşturdunuz bu müfredatı? Örneğin Reşid Behbütov, Bülbül gibi ses sanatçıları her iki eğitimi de almadı mı? Bir sentez değil miydi onların yaptığı?
Benim okuduğum bölüm halk müziği bölümüydü ve orada operadakine benzer bir ses eğitimi yoktu; operadakiler de makam öğrenmezdi. Aslına bakarsan, iyi makam okumak için sesini tanıman, eğitmen gerekir. Örneğin diyafram, nefes gibi çalışmalar operada vardır, bizde yoktu. Reşit Behbütov da iyi makam okuyamazdı, “Burada makam iyi gider” diye gösterirdi sadece; operada iyiydi. Makam okuyanlarda da ses canlı değildir, nefesle beslenmez çünkü; Allah ne verdiyse okursun. Ses yerleştirme tekniklerini bilmezsin, hocanı taklit edersin sadece. Bizim şu anda uygulamakta olduğumuz ses eğitim metodu hâlâ yok Azerbaycan’da.
Demek ki, burada yaşanan sorunun benzeri -hatta aynısı- Azerbaycan’da da yaşanıyor. Halk müziği konservatuvarları var, operalar var ve iki kurumun dertleri apayrı. Birinde repertuvar çalışmaları ağırlıkta, teknik ikinci planda; operada verilen eğitimde ise geleneksel / buralı müzikle ilişki kurma derdi yok.
Burada temel sorun şu: Bir köprü lâzımdır, bunu kimse yapamıyor. Yani, Batı müziğiyle Doğu müziği arasında dağlar kadar fark var. Batı müziğinin bir eğitim sistemi var operanın ön planda olduğu; bu tarafta da makamlar çok önemlidir. Şimdi burada, makamlarda kafa (falsetto) okumak var, orada da tam diyafram var. Bunların arasında bir köprü olması lâzım; o yok!. Azerbaycan’da da yok, Türkiye’de de yok. Bu kopukluk var. Şimdi bizim sistemimizde, yani ses atölyesinde ben, geleneksel olanla şan eğitimi arasında bir köprü kurmayı ve sizlere de uygulatmayı hedefliyorum. Yani makam okuyan diyaframı da kullansın ve sesine enerji katmayı öğrensin, istiyorum. Ne zaman, hangi makamda, nasıl tize gidileceğini bilsin; diğer taraftan da, operacılara anlatıyoruz ki, nasıl gırtlak vursunlar, gırtlaklarını iyi kullansınlar... Bu tekniklerden de bahsediyoruz, bu sentezi yapmak istiyoruz.
Peki, alternatif okullar, okullaşmalar yok mu Azerbaycan’da?
Problem buradadır. Operacı kendi işiyle meşguldür, makam okuyan da kendi işiyle... Sanıyor ki, sadece kendini geliştirmesi yeter. Belki de hiç ihtiyaç duymuyor ki opera sanatından bir şeyler koparsın. Sanki orta dünya yoktur hiç. Bu insan, ona aşağılayarak bakar, “Köylü bunlar!” der; öteki de buna, “Yahu bunlar başka bir dünyada yaşıyor, halkına ne kadar yabancı...” der. Halbuki iki kesimin derdi de sanat yapmaktır, bu anlamda ikisi de aynı yoldadır. Üçüncü yolun açılması lâzım; bir insan çıkıp güzel de okusun (ses çalışması yapmış olsun) hem de güzel makam bilsin; ikisini harmanlamak çok zor. Çünkü ikisi de zor bir sanattır. Şimdi biz burada aslında bir sentez yapmak istiyoruz; ortasını bulmak istiyoruz.
Mugam okulunda okuyanların ses kullanımıyla ilgili sorunlarını biraz daha açabilir misiniz?
Örneğin bir erkek sesi, sol’de başlıyor mugama, geliyor do’ya, mi, sol... Sol’den sonra artık ses kafaya gidiyor. Oradan sonra Allah ne verdiyse bağırmaya başlıyor, sesini kötü kullanıyor ve belki de zarar veriyor sesine. Görmedim ki makamcılarda ses, yapı gibi konuları dert etme olsun. “Çok oku, sesin açılsın” diye bakıyorlar; ama sesin nasıl açılacağını, mekanizmasını düşünmüyorlar. Operacılar da bu noktada kendilerini haklı görüyorlar.
Sizce Doğu ve Batı müziği gelenekleri içinden bir sentez nasıl gerçekleşecek?
Bu iki müziğin farkını anlamak lâzım öncelikle. Bu iki müzik neden farklıdır? Bunu anlayandan sonra kendi halimize, ahvalimize bakacağız da seçeceğiz hangisine ait olduğumuzu. Doğu müziğinin felsefesi başka, Batı müziğinin felsefesi, iç dünyası başka. Doğu müziği maneviyattan, Batı müziği medeniyetten gelen bir müziktir. Doğu müziği insanın iç dünyasının ürünüdür, Batı müziği toplumun... Bu iki farklı dünyayı karşılaştırdığımız zaman benim her zaman sözünü ettiğim dört unsur önem kazanıyor: 1- felsefe 2- şiir 3- komalar 4-ritim / usüller... Bu dört unsur, Doğu müziğiyle Batı müziğini birbirinden ayırır. Felsefeleri tamamıyla farklıdır... ritim öyle, komalar öyle...
Makamlar aslında her bir insanın tasavvurundan ileri gelmiş; kişi onu almış, sese çevirmiş. Halbuki, opera öyle değil, operanın yaranışında sosyal olaylar, akımlar çok belirleyici olmuş. Oysa bir insan bir gece oturup herhangi bir makam yaratabilir. Bir de önemli olan ses timbre’ı (tınısı) dır. 400 sene önce geldiler, komaları kaldırdılar (do-re-mi-fa-sol-la-si-do yaptılar; tüm komalar kalktı, sesler piyanonun tuşlarına göre isim aldı). Müziği harmonize yapmak için, çoksesliliği yaratabilmek için bu işi yaptı Batılılar; aradaki sesleri attılar. Ve kurallar yarandı; harmoni, polifoni, bilmem ne... Bunun üzerine kuruldu Batı müziği. Burada ne çıktı ortaya? Biri diyor; "Ben 0'dan 100'e kadar hangi sesi istesem kullanırım..." Baksanız, burada serbestlik çok; yani sen istersen do ile re'nin arasında dört ses de, 22, 35, 48, bir tane de atıyorum 80, kullanabilirsin. Bu, Batı müziğinde yapılamıyor; çünkü gelmiş bu sesleri yok etmiş harmonizasyonu kolaylaştırmak için. Ben, hangi ses bana hoş gelirse kullanabilirim, ama o diyemez bun; çünkü belli kuralları vardır o çoksesliliğin. Bizim de bu kuralsızlığın içinde birtakım kurallar yaranmış; her halk kendine uygun komalar yaratmış ve onu korumuş. Böylece çeşitli coğrafyalara ait çeşitli makamlar doğmuş. Eğer sadece Batı’nın istediği şekle sokmaya çalışırsan kendi müziğini, birçok sesten, komadan vazgeçmen gerekir... Sizde de bunlar yaşandı, Azerbaycan'da da.... Ama İran'da bu yaşanmadı, Araplarda olmadı; o yüzden müziklerinde kafa karışıklıkları yoktur.
Doğu’da armonizasyon yok mu? Çokseslilik yok mu?
Bakın, ben bugün çok iyi giyinmeliyim ki kendimi zengin göstereyim. Halbuki, iç dünyam zengin... Ben şuna karşıyım: müziğimizi öyle bir yapalım ki, Avrupalılar bizi anlasın.
Şunu sormak istiyoruz: Biz bir mugam dinlerken solistin ezgi çizgisinin altında garmonun başka, tarın başka ezgi çizgileriyle -tabii ki makam elverdiğince- solisti takip ettiğini duyabiliyoruz. Bu da çokseslilik değil mi?
Tabii ki var; ama bu Batılıların tarif ettiği çokseslilik değil, harmonik kurallardan çok, ezgilerin çeşitlenmesiyle elde ediliyor. Örneğin bugün ben bir İran makamı dinlediğimde, aynı anda beş değişik ses de duyabilirim. Şimdi ben bir beste yapıyorum; dört sesli olacak, dört ayrı ezgi çizgisi olacak ve bunlar üst üste gelecekler makamına uygun, komaları koruyacak şekilde. Burada yazma tarzı, bakış açısı farklıdır.
Dolayısıyla "Doğu müziği tekseslidir, Batı müziği çokseslidir" demek çok da doğru olmuyor, değil mi?
Tabii ki. Çoksesliliği Batı’ya göre tanımlamaktır yanlış olan.... Vardır Doğu’da ama formu başkadır.
Peki, yine yaşamınıza ve konservatuvar eğitimi konusuna dönecek olursak... Bakü ve sonrasında nasıl şekillendi müzik yaşamınız, eğitimci kimliğiniz?
Bakü'de dört yıl kaldım; ama bu dört yılda Bakü bana çok şey verdi. Sordum kendime; "Ne yapmam lâzım? Bu işe devam etmeli miyim?" diye. Ve anladım ki, ben bunu öğrenmeliyim ve ihtiyacı olan insanlara vermeliyim.
Döndüm, İran'da siyasi ortam bir acayipti. İnsana demiyorlar ki; "Okuma!".... Öyle yapıyorlar ki, zaten okuyamıyorsun şarkı falan. Sistemi öyle bir kurmuşlar ki, mesela solist kaydına gireceksin, sana tam da o sırada diyorlar ki; "Çok sevdiğin bir arkadaşın öldü..." Ya bunu niye şimdi söyledin? Okumamı bekleseydin ya. Okunabilir mi o haldeyken? İşte bu benzetme, İran'daki siyaseti tam anlamıyla açıklıyor bence. İran'da bir de şu var: Kendi kendimizi sansürlüyoruz. Sana demiyorlar ki; "Sen saçına kına yakamazsın." Ama öyle bir atmosfer var ki, sen kendi kendine vazgeçiyorsun. Kısacası, kendimi iyi ifade edemiyordum İran'da. Dersane de açtım, albüm de yaptım, sonra bir konser yaptım Tebriz'de, sadece kuliste 60 polis vardı!... Konsere çok talep oldu; ama izin vermediler.
Sizden niye korkuyorlardı böylesine? Hangi özelliğinizden dolayı?
İnandığım felsefeden, Alevi oluşumdan, uzun saçlı oluşumdan.... "Bizden değilsin" diyorlardı. "A, bu adam bize benzemiyor, sakalı yok" diyorlardı. "Kendine bir dünya kurmuş, belki bir gün bu dünya tehlikeli olacak" diye düşünüyorlardı. Bir konser yapmaya kalktım, iki saat kala polis geldi, yasaklandığını haber verdi. Sonra Amerika'nın Sesi Radyosu benimle bir söyleşi yaptı; "Neden izin vermediler?" diye sordu, "Bilmiyorum." dedim. Sonra yetkililer "Neden bizi şikâyet ediyorsun oraya?" diye mahkemeye aldılar; gittim, kolumu kanadımı kırdılar resmen. Tatsız olaylar... Ben de artık Avustralya'da falan konser vermeye başladım; "Kal burada, Avustralya'da..." dediler. "Olmaz, burada yaşayamam ben, buranın adamı değilim ben" dedim.
Neyse, şimdi ben yine ses mevzuuna geleyim. Ya, okuyoruz ama zorlanıyoruz. Niye her stüdyoya girişimizde, her konsere çıkışımızda Allah'a dua edeceğiz biz? Allah'ın eteğini bırakmıyoruz! Allah'ın ne işi var stüdyolarda? Çok büyük sanatçılar görüyordum, benden yaşlılar, hocalarım.... Yine bu tür stresleri vardı yani. Diyorum; "Hocam siz 60 senedir okuyorsunuz, bu heyecan niye?" Cevap; "Bu stüdyo var ya, 70 senedir okusan da aynı..." Halbuki ben buna inanmıyorum, her stüdyoya girişimde başka türlü okuyacaksam, her gün sesim başka çıkacaksa, ne yapacağım ben bu müziği? Bizde güven yok, atıyoruz ya sesi.... Adamın işi tesadüflere kalmış yani. Ya şans ya ikbâl... Adam o kadar programsız ki seste, görüyor sesi zorlanıyor, dönüyor başka makama. Dinleyenler de diyor ki; "Offf, adam öyle bir iş yaptı ki..." Cehalet yüzünden başka performanslar çıkıyor.
Ben dedim; "Bunu ben kabul edemem." Bir ortası olması lâzım. Baktım, opera okuyanlar hiç bu stresi yaşamıyor, seslerine hazırlar. Sahne heyecanı tabii ki var ama seslerinden eminler. Bir sanatçı ne zaman sesinden emin olacak? Açıkçası operada bu stresi pek görmedim.. Anladım ki, bunu buradan alalım, onu da oradan alalım, bir orta alan yaratalım. Ses teknikleri ile gırtlak yapma maharetlerini alalım, birbirinin içine sokalım. Bunu bir büyük ustalıkla yapmak lâzım ki birbirlerini olumlu yönde etkilesinler (hiçbiri ötekinin içinde erimesin). Öğrencilerimde gördüm başarılı olduğumu. Tabii ki yüzde yüz başarıdan bahsetmiyorum; ama doğru yolda olduğumu gördüm. Araştırmalarım sürüyor hâlâ ve bu teknikleri uygularken her birinizden yeni yeni şeyler öğreniyorum.
Sonra, Avrupa'dan bazı kitaplar getirtip okudum Cicelly Berry, Laura Brown ve şu an hatırlamadığım bazı isimler... Gördüm, onlar da bu problemleri yaşamışlar, en azından benzerlerini. Ama artık bir mekanizma yakalamışlar, dediğim olayı çözmüşler. Metodları birbirinden farklı olsa da bu olay gündeme gelmiş, belki elli sene önceden. Sadece opera sanatçıları değil, Mariah Carrey, Frank Sinatra gibi popüler müzik sanatçıları da bu tür metodlarla seslerini eğitmekte yıllardır; bu teknikleri kendi tarzlarına yedirebilmeleri yolunda bu tür metodların rolü büyük olmuştur. Bakıyorsun sese, ses kullanımına, şarkı söylerken bedenlerinin hareketine, diyorsun; "Bu, eğitimini almış."
Bize gelirsek; biz bunu öğrendikten sonra nasıl makamla birleştireceğiz? Makamlarda nereye kadar bu teknikleri kullanacağız, hangi yere kadar diğer tekniği kullanacağız, bunların buluşma noktalarını buldum aslında. Seçtiğin şiiri, şiirin fonetiğini ve dolayısıyla telaffuzu, ritmini, komaları unutmadan nasıl bu tekniklerle birleştirebiliriz, onun yollarını aradım, buldum. Önce öğrencinin ses sınırı (peste ve tizde) nedir, onu bulmaya çalışıyor ve sesin nefesle nasıl besleneceğini, geliştirilebileceğini öğretiyor, sonra bu kültürün müziğiyle nasıl sesini buluşturacağının yollarını arıyoruz. Sadece opera tekniğiyle türkü söyleyemezsin. Söylersin de, başka bir şey olur, halk onu pek kolay kabul edemez. Yabancı gelir insanlara. Diyelim ki, 6 numaralı alıştırmalardan sonra gırtlak çalıştırmaya, sesi ortaya almayı öğretmeye başlıyorum.
Öğrencileriniz olarak bizler biliyoruz da, “ses atölyesi”ndeki ders müfredatınızı kısaca anlatabilir misiniz? Bahsettiğiniz 1'ler, 2'ler, 6'lar nedir, neyi içermektedir?
Öncelikle nefes almayı öğreterek başlıyorum; nefes alma tekniğinin yüzde yüz doğru olması lâzımdır. Sonra anatomi geliyor; herkesin vücudunu iyi öğrenmesi gerekiyor doğru ses için. Kısaca söylemek gerekirse 1) Gövdemizi nasıl kullanacağız? 2) Ses tellerimizi nasıl kullanacağız? 3) Nefesimizi nasıl kullanacağız? Vücudumuzu kemana benzetirsek; kemanın gövdesi bizim gövdemizdir, iyi korunması lâzım. Kemanın telleri, ses telimiz, yaylar da şarkı söylemek için yüzde yüz lâzım olan hava, nefes. Bunları öğrenmek ses eğitimimizin temelini oluşturuyor.
Nefesle, diyaframı kullanmayı öğrenerek başlayıp sonra ağzımıza geliyoruz, dil ve çene problemlerini hallediyoruz. Bunları hallettikten sonra mesafe (aralık) problemleriyle uğraşmaya başlıyoruz. Ses yerleştirmeyi öğreniyoruz aynı zamanda. Daha Doğu müziğine başlamadan bunları halletmemiz lâzım. 7'lere geldiğimiz zaman buluşma noktasına ulaşmış oluyoruz. Bu noktada, her türlü gırtlaklar -Doğu müziğinin özelliğidir- dersimizin konusu oluyor. Operada vibrasyonlar yapılırken ses, asla arkaya atılmaz; biz gırtlak yapmak için sesi arkalara atmayı öğretiyoruz. Birçok tınlatıcı var çünkü operada öğretilmeyen. Bu gırtlakları çalışırken komaların da üzerinde çalışıyoruz. Yavaş yavaş mesafeler içine komaları yedirmeye başlıyoruz. Son bölümlerde ritim dersleri ve tabii ki aksak ritimler geliyor.
Budur kısaca yapmaya çalıştığımız şey. Bu yolla köprüler kurulabileceğini, aradaki mesafelerin aşılabileceğini düşünüyorum. Yıllardır öğrencilerimle birlikte çalışarak bu yolda mesafe kaydedilebileceğini de gördüm doğrusu...