Türkiye’nin İslam Devleti (İD) karşıtı uluslararası koalisyona dahil olmasıyla birlikte Türk Silahlı Kuvvetleri bir kere İD mevzilerine hava saldırısı düzenledikten sonra asıl olarak Kandil’i bombalamaya başladı ve Türkiye’de yeniden iç savaş koşullarına geri dönüldü. Kürt meselesinin çözümünde askeri politikaların yeniden devreye girmesi üzerine BGST içinde birtakım tartışmalar yürütülmeye başlandı ve bunların bir bölümü kamuoyuyla paylaşıldı. [[dipnot1]] Bu tartışmaların bir bölümü ABD ve Avrupa’nın pozisyonu üzerinden ilerlemekte. Bu yazıda yürüttüğümüz tartışmaları kısaca özetlemeye çalışacağım. Türkiye’nin Kandil’i bombalamasına ve savaş koşullarına geri dönülmesine dair Avrupa ve ABD basınında Türkiye’ye dönük çeşitli eleştiriler yöneltiliyor. Türkiye kamuoyunda da bu saldırıların AB ve ABD’ye rağmen gerçekleştirildiğini savunan görüşler mevcut. ABD ve AB içindeki odakların farklı eğilimlere sahip olmakla birlikte son kertede PKK’ye yönelik saldırıları onayladığını söylemek mümkün. Bunun nedeni olarak teröre karşı savaş politikasının ABD ve Avrupa açısından meşru bir gerekçe olması ve PKK’nin bu ülkelerin terör örgütü listelerinde yer alması gösterilebilir.
Hatırlanacağı gibi Irak İşgali sonrasında ABD açısından bölgedeki temel hedef kontrol edilebilir kaotik bir düzen oluşturmaktı. Kürtler açısından Irak’ta sınırları belli ve kontrol edilebilir bir Kürt devletinin kurulması sağlandı. Bu proje Amerikan ve Batı (özelde Almanya) desteğiyle Irak sınırları içinde Barzani’yle birlikte hayata geçirildi. Kürtlerin yaşadığı diğer ülkelere –Türkiye, Suriye ve İran– sorunlarını kendi sınırları içinde çözmeleri salık verilirken büyük Kürdistan projesinin gerçekleşmeyeceği de garanti edildi. Türkiye Devleti’nin, ABD’nin Irak’ta sınırlarını çizdiği bu küçük Kürdistan projesinin varlığını kabul ederken dikkat çektiği nokta, bu yeni devletin anayasasında Türkiye'den toprak talebinin olmaması ve sınırlarının belli olması idi.
Batı’nın bu planı devam ederken Suriye’de yaşanan gelişmeler hem bölge devletleri hem de uluslararası güçler açısından dengeleri yeniden gözden geçirme ihtiyacını gündeme getirdi. Suriye’nin değişen dengeleri nedeniyle Kürtler uluslararası güçlerin çizdiği sınırlar içinde hareket edemeyecek duruma geldi. Suriye’nin iç savaşa çekilmesiyle birlikte Suriye Kürtleri, Baas Rejiminden ve ona karşı örgütlenen Özgür Suriye Ordusu’ndan yana tavır almayarak üçüncü bir yol izledi. Rojava adı verilen Suriye Kürdistan’ında üç bölgede Afrin, Kobanê ve Cezire’de özerk bir yönetim ilan etti. İD bölgede etkin bir güç haline gelmeseydi uluslararası güçlerin dünya sistemin çıkarlarıyla işbirliği içinde olmayan Rojava örgütlenmesini zayıflatma girişiminde bulunacağını, özgürlükçü bir yönetim biçimine izin vermeyeceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü bugüne kadar Amerikan müdahaleciliğinin temel motivasyonu halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, demokrasi ve özgürlük taleplerini engellemek olmuştur.
İD’nin Ortadoğu’da pek çok yeri ele geçirmesiyle ABD için stratejik öncelikler değişmeye başladı. İD’nin, durdurulmadığı takdirde bölgede kalıcı hale geleceği görüldü. İD’ye karşı sahada savaşan bir güce ihtiyaç duyuldu. Bu nedenle, Kobanê’nin IŞİD/İD işgalinden kurtulmasında uluslararası koalisyon hava desteği sağladı. Bu şekilde PYD ile fiili ittifak kurulmuş oldu. PYD ile konjonktürel olarak zorunlu bir ittifak kurulmuş olması, Amerikan ve Batı destekli Kürdistan projesinden vazgeçilmesi anlamına gelmiyor. PYD ve PKK yakın örgütler olsalar da ABD ve Batı açısından ne PKK’nin meşrulaştırılmasının ne de PKK’nin tasfiyesinin gündemde olduğunu söylenebilir.
PKK’nin tasfiyesinin asıl olarak Türkiye’nin birincil gündemi olduğu ve bu konuda ABD ve Avrupa’dan istediği desteği tam olarak bulamadığı aşikâr. Buna ek olarak PKK çizgisindeki PYD’nin Suriye’de güçlenmesi, Türkiye ile sınır komşuluğunu genişletmesi de Türkiye açısından kabul edilebilir bir durum değil. Türkiye, Suriye politikasını Kürtlerin özgürlük ve demokrasi taleplerini yok etmek üzerinden geliştirdi. Bu nedenle çeşitli radikal İslamcı grupları farklı dönemlerde destekledi. Türkiye'nin asıl beklentisinin IŞİD/İD’nin PYD’yi etkisizleştirmesi ve sınır komşuluğunu IŞİD/İD ile kurması olduğu, IŞİD/İD sorunu ortadan kalktığında da Kürtlerle sınırının arasına Suriyeli sığınmacıları yerleştirmeyi planladığı iddia edilebilir. Bu plan gerçekleşseydi, şu an Türkiye’de misafir olarak bulunan yüz binlerce Suriyeli sığınmacının gönderileceği yerin bu bölge olduğunu söylemek mümkün.
Kobanê’nin İD’den kurtarılması, son olarak İD denetimindeki Tel Abyad bölgesinin ele geçirilmesiyle Türkiye sınırındaki Cezire ve Kobanê kantonlarının birleşmesi ve bunların uluslararası koalisyonun desteğiyle gerçekleşmesi Türkiye açısından da dengeleri karıştırdı. Gelinen noktada Türkiye uluslararası koalisyondan bağımsız davranamayacağını görmüş oldu. ABD ile yapılan anlaşma sonucunda Türkiye, İD ile mücadeleye katıldığını deklare etti ve İncirlik'i uluslararası koalisyonun kullanımına açmış oldu. Bu anlaşma sonrasında, Türkiye'nin bir NATO üyesi olarak PKK'ye saldırması ABD ve Avrupa’nın bilgisi ve onayıyla gerçekleşti. Uluslararası güçlerin tek şerhi sivillere dönük katliam yapılmamasıydı. Ancak sınırötesi operasyonlarda Zergele bölgesinde sivillere dönük saldırılar gerçekleşti. Türkiye içinde yaşanan çatışmalarda da sivil ölümleri yaşanmaya devam ediyor. Bu gelişmeler uluslararası kamuoyunun gündemine taşınsa da şu an için uluslararası güçlerden Türkiye’nin saldırıları sona erdirmesine dönük bir yaptırım gelmediği görülüyor. Batı, içindeki farklı dengelere rağmen, Türkiye sınırları aşmadığı, yani Roboski gibi bir katliam olmadığı sürece bu duruma izin verecek gibi duruyor ve kontrol altında bir Ortadoğu planı uygulanmaya devam ediyor.
Türkiye muhalif kamuoyunda yürütülen tartışmalarda uluslararası güçlerin bu rolüne yeterince vurgu yapılmadığını söylemek mümkün. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte Türkiye içine dönük değerlendirmelerde ise Erdoğan ve AKP karşıtlığı temel vurgu noktasını oluşturuyor ve Erdoğan, AKP ile özdeşleştirilerek ele alınıyor. Oysa savaşı yeniden başlatan ve yönlendirenin AKP olmadığı görülebilir. Kürt meselesinin çözümünde geleneksel devlet yapılarının, MGK/derin devletin devreye girdiği bir döneme geçiyoruz. Bu noktada Erdoğan’ın AKP’nin değil, devletin liderliğine oynadığını söylemek mümkün. Erdoğan-TSK yakınlaşmasının işaretleri seçim döneminde yapılan saldırılarda da verilmişti. Ancak seçim döneminde “Seni Başkan Yaptırmayacağız” kampanyası yürütülürken bu birliktelik vurgulanmadı. Seçim sonrasında da Türkiye muhalefetinde AKP ve Erdoğan vurgusu öne çıkmaya devam ediyor. Bu durum Türkiye Devletinin rolünün, MHP kadar CHP’nin de bu çizgiye sunduğu desteğin ve Erdoğan’ın burada almaya çalıştığı liderlik pozisyonunun göz ardı edilmesine neden oluyor. Ağır insani kayıpların yaşandığı ve her gün asker, gerilla, polis ve sivil ölümlerinin geldiği bu dönemde Türkiye’deki barış yanlısı odakların, sivil toplum örgütlerinin, BGST gibi barış sözünü topluma yaymaya çalışan kültür sanat çevrelerinin barışın toplumsallaşabilmesi için yürüttüğümüz çalışmaları derinlikli bir şekilde gözden geçirmesine ihtiyaç var.